1915'İ Mİ ANMAK İSTİYORSUNUZ? ALIN SİZE 1915... ![]() 24-04-2014 NOT: BAHSE KONU OLAY VAN'IN ÖZALP İLÇESİNDE MEYDANA GELMİŞ VE DÖNEMİN ÖZALP KAYMAKAMI KEMAL BEY TARAFINDAN ZABITLARA GEÇİRİLMİŞTİR. HALİHAZIRDA DEVLET ARŞİVLERİNDE BULUNMAKTA OLUP AŞAĞIDA ROMAN ANLATIMIYLA AKTARILMIŞTIR. TARİH: 28 ŞUBAT 1915 ...Artık sıra bizdeydi. Van'da, Kars'ta, Erzincan'da, Bayburt'ta, Erivan'da ve Erzurum’da onbinlercesinin başına gelenler birazdan bizim başımıza gelecek diye içimden geçiriyor, Kelime-i Şehadet’ler getirerek kendimi ölüme hazırlıyordum. Ama getirdiğim şehadetlerin birinde ağzımın ortasına yediğim dipçikle sarsıldım. Diğerlerinin Mikoç diye seslendikleri elebaşı, yüzünü yüzüme iyice yaklaştırmış, ağzından saçtığı tükürüklerle suratıma gürlüyordu. “Dur vre dur! Size ölüm öyle kolay mı sanırsın?” Öyle umuyor daha doğrusu öyle olması için dua ediyordum. Düşünsenize; öyle bir durumdasınız ki tek dileğiniz işkencesiz, zulümsüz bir ölüm! Maalesef o gün dualarımın hiçbiri karşılık bulmadı. Hâlbuki ne masum bir dua, ne içten bir yakarıştı yüreğimden yükselen feryatlar… Elebaşı anın tadını çıkarır gibi aheste tavırlarla yanındakilere emirler yağdırmaya başladı. “Avratları sürüyün avluya! Paklayın yüzlerini.” Bu emrin üzerine Nazo ile Elif’i yaka paça sürükleyerek dışarı çıkarıp, pislik sıvadıkları yüzlerini kar yığınlarının üzerinde gezdirmeye başladılar. Soğuktan al al olmuş yüzlerine az sonra başlarına geleceklerin farkında olup, çaresiz kalmanın beter hissi yerleşmişti. Yaptıkları iğrençliklerin her sahnesini bana izlettirmekten ayrı bir haz alıyorlardı. Saçlarımdan geriye çekip, işaret parmaklarını göz çukurlarıma bastırarak gözlerimi yummama dahi müsaade edilmedi. Nazo ile Elif’in yüzlerinin tamamen pisliklerden arındığına kanaat ettiklerinde yaka paça tekrar tandıra soktular. Üzerlerindeki elbiseleri lime lime edilmiş, yarı çıplak bir vaziyete getirilmişlerdi. Bizi içeri tekrar soktuklarında Abuş bir tarafta ağlamayla inilti arasında bir sesle dermansız kıvranmakta, Hati Ana ise yüzünden kanı çekilmiş bir köşede büzüşmüş oturmaktaydı. Yaktıkları ocağın başında bir müddet ısındıktan sonra kendilerine “Allah rızası için canımızdan gayrısını almayın!” diyen biçare kadınlara hunharca tecavüz etmeye başladılar. Kollarımdan ve başımdan tutan mahlûkatların tüm zorlamalarına rağmen tavana bakmaya, gözlerimi yummaya ya da yüzümü çevirmeye ne kadar çaba göstersem de nafile! Bir umut bu aciz varlığa sığınan kadınların başına gelenleri görmemek için her çırpınışımda bir dipçik ya da tokat darbesiyle sendeliyordum. Bir an önce öldürmeleri için ettiğim küfürler, hakaretler de yine aynı şekilde karşılık buluyor, aşağılıklarının tümünü izlettirmeden öldürmeye yanaşmıyorlardı. Ne kadar sürdü bilmiyorum ama omuzlarıma bin ömrün ızdırabını yükleyecek kadar uzun sürdüğünden eminim. Ara ara ocağın başına yanaşıp ısınıyorlar, yaptıkları –hayvanlıkları demeyeceğim çünkü her hangi bir hayvanın bu yaratıklardan çok daha masum ve yüce varlıklar olduğunun bilincindeyim-zalimlikleri matah bir şeymiş gibi birbirlerine üstünlük taslamakta kullanıyorlardı..Tam da bunlara yaraşır bir sahne! Kim daha adi, kim daha aşağılık ve gaddar yarışı… Çetenin hemen hepsi elebaşları Mikoç deyyusunun, kumandaları Antranik’ten sonra en acımasız, en gaddar adam olduğunda hemfikirdi. Biri hariç! Mıgır denilen vahşi, olduğu yerden zıplayıp hırsla elebaşıyla bahisleşti. “Bir kütüklük mermisine Mikoç! Hangimiz daha maharetli görelim…” “Görelim vre!” Bu bahis üzerine Mıgır denen iblis, acıdan iki büklüm olmuş yarı baygın Elif’i kucaklayıp, iki eşkıyanın yardımıyla ellerinden duvara çivilemeye başladı. Elif acıyla inliyor, o inledikçe eşkıyaların kahkahaları tandırın duvarlarında yankılanıyordu. Biçare Elif duvarda bir kütük parçası gibi asılı kaldığında hançerini az sonra canını alacağı kurbanının yüzü üzerinde gezdirmeye başladı. Elif’in gözlerine acı bir tebessüm yerleşti o an. Dilinden çıkan kelam yoktu ama gözleri nihayet diyordu adeta… Nihayet ölüm vakti, kurtuluş vakti geldi. İşkenceci ağır hareketlerle hançeri kadıncağızın göğsüne sapladı ve yeri göğü yırtan çığlıklarına aldırış etmeden kanırtarak aşağı doğru çekiştirdi. Elif acıdan bayılmış, belki de dayanamayarak can vermişti ama kanı bozuk iblisin yapacakları bitmek bilmiyordu. Göğsünü tamamen açıp kalbini hunharca yerinden söktükten sonra alnına düşmüş perçemlerini aralayarak iki kaşının arasına çiviledi. Ardından vahşilik yarışmasında tüm hünerlerini sergilemiş olmanın verdiği hazla diğerlerine döndü. “ Hele böyle bir duvar heykeli gördünüz mü? Rus saraylarında dahi bulunmaz böylesi…” Elif kurtulmuştu sonunda. Bizlere ne olacağı, bizler için nasıl feci, acılı bir ölüm tasarladıkları ise hala meçhuldü. Bakışlarım Elif’in zalimce parçalanmış cesedine kaydığında acısız bir ölüme ne denli uzak olduğumuzu fark ettim. Bırakın ademoğlunu yaratılmış herhangi bir canlıya işkence etmek dahi vicdanlı bir insanın yapmakta zorlanacağı bir eylem iken bu mahlukatlar acımasızlığın müsabakasını yapacak kadar vicdandan, merhametten yoksundular. Sıra Mikoç denen iblisteydi. Ayağa kalktı. Yerde ağlamaktan bitkin Abuş’u tüfeğinin süngüsüyle dürtükledikten sonra diğerlerine döndü. “Vre sende kendini zalim sayarsın? Bak izle hele!” Ne yapacağını nasıl başlayacağını kestiremedim ama bakışlarının bir Abuş’a bir de tandırın gürül gürül yanan ocağına gittiğini gördükçe içim bulanıyor, aklıma gelenlerin başımıza gelmemesi için dua ediyordum. Laçkalaşmış zihnimle idrak edebildiğim tek şey vardı ki; o gün o tandır damının altında acımasızlığın ve vahşiliğin bir sınırı yoktu. Dermanım tükenmişti artık. Ağır bir hastalık hali çökmüştü bedenime. Çaresizlikten tükenmiş, her şeyi puslu bir perdenin ardında gördüğüm bir kâbus gibi izliyordum. Saatlerdir gözlerimin önünde tecavüze uğrayan talihin bana emanet ettiği iki kadıncağızın yaşadıkları, Elif’in hala kafamın içinde yankılanan çığlıkları ve vahşice katli, bir dağın altında kalmış hissi uyandırıyordu. Bir an önce bitsin istiyordum. Nasıl olacaksa olsun, emanetimizi teslim edelim ve göçelim bu soğuk cehennemden… Ama ne mümkün! Zulüm şiddetini artırarak sürmekteydi. Mikoç mahlûkatı yerde anadan üryan, iki büklüm dermansız yatan bahtsız Nazo’yu saçlarından asılarak oturur vaziyete getirdikten sonra çirkin suratıyla garibanın dibine kadar sokularak fısıldadı. “Aç mısın?” Açtı elbette. Hepimiz açtık. Ama bu sual, bir asrın yükünü birkaç saat içinde ruhumuza zerk eden zalimlerin bir anda insafa gelmesinden değildi elbet. Nazo da bunun farkında olduğundan insan suretli iblisin sorusuna karşılık vermedi ama yalvaran bakışları karşısındakinin içinde vicdan kırıntısı kalmış olabileceği ümidiyle “Artık yeter!” diyordu. Sualine karşılık bulamayan Mikoç, bir eliyle saçlarından sıkıca geriye çekip, diğer eliyle gırtlağına vahşi bir ayı gibi yapıştığı Nazo’nun suratına sert bir tokat patlattıktan sonra gürledi. “Aç mısın dedim be kadın! Ne susarsın?” Suratın yediği tokadın etkisiyle burnundan kan boşalan gariban Nazo daha fazla dayak yememek için “Hayır” anlamında başını salladı. “ Sus vre, yalan konuşma. Açlıktan nefesin kokar. Bi kuzu çevirem de doyuram şu aç itleri.” Kadıncağız karşısındaki kansızın söylediklerine mana verememiş, sorgulayan gözlerle etrafına bakmaktaydı ama ben niyetinin ne olduğundan artık emindim. Kasılmaktan bitap düşmüş bedenimle çırpındım. “Rabb’ın, kitabın aşkına yapma! Dokunma sabiye!” Çırpınışlarım kollarımdan tutan adamın suratıma indirdiği tekmeyle son bulmuştu. O sırada eşkıya başı Abuş’u kucakladığı gibi ocağın içine atıverdi. O an elim ayağım boşaldı, kanım dondu. Ellerim, ayaklarım tüm vücudum uyuşmuş, bir çuval gibi olduğum yere yığılıp kalmıştım. Ocağın içinden gelen tek bir anlık acı çığlık bütün cihanı sarmalayıp ruhuma zehirli bir mızrak gibi saplanıvermişti. “Ana…” Abuş’um, körpe yavrucağım… Kısa ömrü cehennem gibi yanan ocakta acılar içinde sonlanırken anasına böyle veda etmişti. Nefesim kesildi ve tek bir kelime edemiyordum ki o manzara gözlerimin önüne geldikçe hala soluğum kesilir ve içimde başımı duvarlara vurarak ölmek arzusu peydah olur. Nasıl ızdırap dolu bir manzara! Nazo’nun yürek titreden feryadı ve bedduaları, çektiği acıya dayanamayarak baygın uzanması, Hati Ana’nın garip hali… İhtiyar kadın oturduğu yerden öne geriye sallanırken durmadan aynı şeyi tekrarlıyordu. “Helâk eyle Ya Rab! Helâk eyle Ya Rab!..” Bu sözleri tekrarlarken arada bir, eşkıyaların dipçik ya da tekmesiyle yere seriliyor ama yine de aynı bedduayı etmeye devam ediyordu. Mikoç keferesiyle iddiaya tutuşan diğer iblis, canilik müsabakasında mağlubiyetini kabullenmişti. “Yok Mikoç kumandan! Ben senle boy ölçüşemem.” Mikoç ise yılan misali bakışları ocağın içinde karşılık verdi. “Dur vre! Bitti mi sanırsın? Daha gerisi var bu işin.” Ardından ocağın içinde kavrulan Abuş’un cesedini tüfeğinin süngüsüyle çıkardıktan sonra tandırın ortasına bıraktı. Eşkıyalar bile gördüğü manzara şaşırmış, merakla Mikoç’un bundan sonra ne yapacağını bekler olmuşlardı. O ise kendinden bir o kadar emin sabinin kömüre dönmüş cesedinin eliyle yokladıktan sonra, belinden çıkardığı hançerle sağ kolunu kesmeye başladı. Minicik kolu bedeninden ayırdıktan sonra Hati Ana’nın tepesine dikildi ve torununun bir parçasını ihtiyar kadının ağzına uzatarak bağırdı. “Ye!” Nasıl bir yaratık bu kadar aşağılık olabilir? Bir insana torununu yedirmeye çalışan bir canlı düşünebiliyor musunuz? Hayır! Düşünemezsiniz. Böylesine bir alçaklığı, haysiyetsizliği hayal bile edemezsiniz. İşte tüm bunlara şahitlik edip hala yaşamak ne denli ağır bir zulüm bir bilseniz! O günahsız sabinin yanık etinin kokusunu yıllarca yanında taşımak, o kadıncağızların çığlıklarını, çırpınışlarını her gece tekrar tekrar duymak, yaşamak ne acı, taşıması ne zor bir yük!.. |
2814 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |