![]()
Tamer UYSAL
dostelidosteli16@gmail.com
POLİTİK SİSTEM VE SEÇİM (1)
12/06/2025 “Condito sine qua non” ya da “Sine qua non” "Olmazsa Olmaz” anlamına gelen Latince bir deyim. “Maurice Duverger”
siyaset bilimine önemli katkılar yapmış bir hukukçu, anayasa hukuku uzmanı… Anayasa tartışmalarının yapıldığı şu günlerde okul
yıllarında hukuk derslerindeki hocalarımızın sık sık referans aldığı siyasi
tartışmalarda da sık sık adı geçen bir isim olduğu için Maurice Duverger ‘i bu
yazı konusunun da olmazsa olmazı olarak başa aldım. Parti sistemleri ve seçim rejiminin birbirinden
ayrılmadığını ifade eden Duverger, 1974 yılında yazdığı kitapta net bir başlık
kullanmıştı: “Seçimle Gelen Krallar”
ABD dahil egemen partili sistemleri ve kuvvetler ayrımının
olduğu ülkeleri bile eleştiren Duverger anayasa değişikliği ile getirilmek
istenen Türk Tipi Başkanlık için ne derdi acaba? Maurice Duverger, “Hukukun
kuvvetinin azaldığı yerde, kuvvetlinin hukuku geçerli olmaya başlar.”
diyordu. Başlıkla söz konuyu özetliyor… Bir iki ufak hatırlatmalarla girelim başkanlık meselesine… 12 Haziran 1776 Virginia Haklar Bildirgesi’nde benimsenen
önemli ilke yasama, yürütme ve yargı organlarını birbirinden ayıran kuvvetler
ayrılığı ilkesidir. 15 Aralık 1791’de yayınlanan “Haklar Bildirgesi”nin 1787’de ABD Anayasasından sonra getirilen
birey haklarını güvence altına alan 10 ek maddesiyle de eyaletlerde daha önce
olan uygulamalar sınırlandırılmış. 28 Ağustos 1789’da Fransız Devrimi’nin ardından ulusal
mecliste kabul edilen “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” Fransız
anayasasının da özü. İnsanların özgür ve
eşit olduğunu, zulme karşı direnme ve mutlak egemenliğin millete dayalı olduğu
ve din, sosyal inanç sebebiyle hiçbir kimsenin kınanamayacağını ifade
eder. Toplam 17 madde. Bu bildirgedeki
16. Maddeye dikkat. Diyor ki bu madde de, “Hakların
güvence altına alınmadığı ve güçler ayrılığının belirlenmediği bir toplumun
anayasası yoktur.” Anayasal cumhuriyet, devlet yönetiminin anayasaya
dayanmasını ifade eder. Devlet
iktidarını sınırlandıran ve kişi haklarını güvence altına alan durum da budur. Fransız devriminin idealleri özgürlük eşitlik ve
kardeşlikti. Tiers etat (3.sınıf) yani soylu ve kilise dışındaki tabaka da,
1789’da ilan edilen bildirgeyle hak ve özgürlük kazanmış oluyordu. İlk eseri konuşmalarda cumhuriyeti amaçlarken “Prens”te (Hükümdar) olağanüstü yönetim
biçimi olarak devlet için dini ve yasaları araç olarak gören ve monarşiyi öven Niccolo
Machiavelli bakın ne diyor: “Bilge bir insan olduğu izlenimi bırakan bir
hükümdarın, ülkesinde öyle bilinmiş olmasının onun doğasından
kaynaklanmadığını, çevresindeki danışmanlarına dayalı olduğunu söyleyenler
kesinlikle yanılırlar. Çünkü kendisi bilge olmayan bir hükümdarın iyi
danışmanlara sahip olamayacağı genel ve şaşmaz bir kuraldır. Eğer akıllı
değilse öğütleri bir araya getirip bir bireşime varamayacaktır.” (S.91,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5.Baskı, 2011) Bir elin nesi var, iki elin sesi var “Machiavelli” bile böyle diyorsa ! Tiranlara yön gösterdiği için Machiavelli’yi
eleştirenlerden biri de Fransız tarihçi Jean Bodin’dir. 1576’da yayınladığı “Devletin Altı Kitabı”nda mezhep kavgalarının son bulması için kralın
yetkilerinin arttırılmasını ister… Jean Bodin iktidar ve egemenliği kanunca kısıtlanmayan manasına gelen “Souveraineté”
sözcüğünü ortaya atmıştır. Kendisi bir burjuva olan Bodin, burjuvazinin görüşlerini
benimser. Tiranların öldürülmesini savunup anarşiyi
destekledikleri için monarkomakları eleştiriyordu. Oysa mezhep
kavgalarından muzdarip olan monarkomaklar Fransa’daki din savaşlarına bir son
vermek istiyor, Fransa'nın da milli birliğinin oluşmasını savunuyorlardı.
Bu kısa tarihi hatırlatmalardan sonra gelelim şu bizim
başkanlık meselesine… 80’lerde öğrenci olduğumuz yıllarda ilk sınıfta okuduğumuz
derslerden birisi idi ve o zaman ders kitabımız Prof. Dr. Esat Çam’ın yazdığı İstanbul
Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden yayınlanan bir kitaptı: “Siyaset Bilimine Giriş”. Bendeki
1981 baskısı. İletişim Fakülteleri’nin birinci sınıfında hala aynı isimle
okutulur mu bu ders, aynı kitap okutur mu bilmem. Hazine değerinde bir
kitaptır. Bendekinin arada sayfalarını çevirip çevirip göz atarım. Kitapta çağdaş siyasal rejimler 3 başlık altında
sıralanıyor: Parlamenter rejimler (Çift ve çok partili rejimler), ABD Başkanlık
rejimi ile SSCB tipi Totaliter rejim şeklinde… Çift partili siyasal rejimlere İngiltere’yi, çok partili siyasal rejimlere Fransa’yı örnek
veren Esat hoca Başkanlık rejimini ise şöyle değerlendiriyor: “Başkanlık rejiminin
değerlendirilmesinde gözetilmesi gereken bir husus bu rejimin Amerika’ya özgü
oluşudur. Başkanlık rejimi teorik olarak Latin Amerika ülkelerinde de
görülebilmekle beraber gerçekte seçmenlerin fikirlerinden çok askerlerin
hakimiyetinin kişilere bağlı olması nedeniyle yürümemektedir. Partiler kök salamamakta ve darbelere zemin
bulunmaktadır. Başkan parlamentoya hakim
olmakta ve yarı diktatör bir rejime dönüşmektedir.” (s. 463) SSCB’yi ise “Demokratik
merkeziyetçilik” ilkesine dayanan bir ülke olarak ele alan Esat hoca, SSCB’nin tek parti ve devlet organları
tarafından yönetildiğini ifade ederek, “Komünizm
sınıfların ortadan kalkmasıyla gereksiz olan baskıcı aygıtın (devletin) yok olmasını, onun yerine özgür işçiler
toplumunun geçmesini öngörür.” (s.547) Ben de V.İ.Lenin ve K.Marx’tan bu konuyla ilgili birer örnek
söz vereyim mi? Marx, “Devlet
biçimleri ‘devletin özgürlüğünü’ kısıtladıkları ölçüde özgür sayılırlar.” derken,
Lenin, “Devlet varsa özgürlük yoktur.
Özgürlük olduğunda devlet olmayacaktır.” demektedir... Sonra da Faşist İtalya ve Nazi Almanyası’nın durumlarına
geçiyor Esat hoca… Mussolini İtalya’sında ve Hitler Almanyası’nda millet
meclislerinin devlet şefi (Duce ile
Fuhrer) karşısında hiçbir bağımsızlığa sahip olmadığını ifade ediyor (s. 460).
Mutlak monarşiden farklarının işlevleri karışık ıvır zıvır bir sürü ama sonuçta
hepsi de liderin direktifleriyle hareket eden organdan ibaret olduklarını
belirtiyor. Faşist devletlerde güçler ayrımı göreceli ve görünüştedir.
Mutlak monarşide güçlerin mutlak birliği söz konusudur. Esat hocanın kitaptaki özeti bunlardan ibaret… Okul biteli neredeyse 40 sene geçmiş. Bunca sene sonra
temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp öne sürülen “Başkanlık Sistemi” de ne ola ki. Yeni zuhur etmiş bir şey mi?
Hayır. Çam’ın söz ettiklerinden pek farklı şey yok. ABD’deki Başkanlık Sistemi öyle de, ya buradaki… O ise ne? O kimine göre tam bir muamma bilene göre tam bir
çakma… Hukuk sistemine, iktidar
veya sosyal bilimlere ilişkin ne yazık ki hiçbir kuram, hiçbir özgün deneyi olmayan
devletin, hükümetin uyduruk başkanlık tipinin adı “Türk Tipi Başkanlık Sistemi”… Bu model diye lanse edilen şeyin oylanması aklın alabileceği
bir şey değil zaten… Cumhuriyet nedir, tekrar tanımlayalım mı? Cumhuriyet, “İktidarın
belli bir süreliğine, belirlenmiş yetkilerle, halk tarafından seçildiği devlet
yönetimidir.” Belli süreliğine… diyor, belli süreliğine… Türk Tipi
hangisine uyuyor? Cumhuriyet’deki “Cumhur”
toplum anlamına geliyor. Demek ki cumhuriyet de topluluk, bir araya gelerek
oluşmuş topluluk gibi anlamlara geliyor… Son yıllarda bizim siyasi literatüre sembolik
cumhurbaşkanlığı yanında bir de “Etkin
Cumhurbaşkanı” (Yarı Başkanlık) da girmiş. Aslında hikâyesi uzun. Yarı
başkanın yetkileri geniş. Bize yabancı olmayan “Partili Cumhurbaşkanı” ise 1930’lar ve 1940’lar M.Kemal ve İsmet
İnönü döneminde, Tek partili Türkiye’de uygulanmış. Ama bak, “Tek Partili
Türkiye”sinde… Kuvvetler birliğine dayanan bu sistem, parti başkanının
yasama yetkisinin de olduğu devlet
başkanlığı biçimini ifade ediyor… Hatırlatalım, “Korkak
insan özgürlüğün fırtınalı denizi yerine despotluğu tercih eder.” Thomas Jefferson ve John Adams’ın Amerikan Anayasası
yapım sürecinde katkılarının büyük olduğu bilinir. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi 4 Temmuz 1776’da ilan
edilmiştir. Büyük bölümünün yine Jefferson tarafından kaleme aldığı bilinmekte.
13 Amerikan kolonisinin Büyük
Britanya’dan bağımsızlık elde
ettiğini ilan eden bu belgeye göre,
doğal haklar, yaşama hakkı, hürriyet hakkı ve mutlu bir yaşam arayışı
insanların en temel hakları olarak sayılmışlardır. Jefferson şöyle diyor: “Yürütme kuvveti hükümetimizde benim özen gösterdiğim tek ve en temel
konu değildir. Şimdiki durumda yasa koyucuların tiranlığı en korkunç
tehlikedir.” Biraz daha açalım bu konuyu. Başkanlık sisteminin bilinen
tanımını yapalım… Başkanlık rejimi, başkanın ve parlamentonun seçimle işbaşına
gelip başkanın olağanüstü yetkili olduğu ancak yasama, yargı ve yürütmenin
birbirinden bağımsız olduğu bir yönetim şeklidir... Devletin iskeletini üç ayak oluşturuyor. Üç ana kuvvete (organa) dayanan sistem, Yasama (Kongre), Yürütme (ABD Başkanı) ve
Yargı (Yüksek Mahkeme)’den oluşuyor… Amerikalılar Yüksek mahkeme’ye “Supreme Court” diyorlar. Supreme Court, son başvuru
makamıdır. ABD Anayasası Birleşik Devletler’in en üstün hukuk
kaynağı. Ve ABD Anayasası siyaset
kültürünün merkezindeki en eski anayasa… ABD Başkanlık Sistemi’nin yönetim yapısı da 3 ayaklı… Bunlar
Federal hükümet; Başkan, Başkan Yardımcısı ve Kabine. Ordu teşkilatı başkana bağlı. Federal devletin yasaları
eyaletinkilerden (federe devletlerden) üstün. ABD Silahlı Kuvvetler’i federe
devlete müdahale edebiliyor. Eyaletlerin polis teşkilatı bulunuyor. Başkan 4 yıllığına üst üste iki kez seçilebiliyor. Fakat
seçim kaybettikten sonra üst üste bir daha seçim kazananı yok. Yeniden seçilen
de yok. Bir istisna hariç. O da paternalist biri, “Grover Cleveland”dır. Şöyle diyormuş
Cleveland: "Paternalizme halkın
inandırılmaması gerekir. Halka paternalist amaçlarla yapılacak devlet
fonksiyonları dışındaki devlet hizmetlerini desteklemeleri
öğretilmelidir." Bizde 15
yıldır aynı iktidar… Federe devletin (eyaletlerin) temsilcileri valiler. Valileri
seçen ise yöre halkıdır. Bizde atayan 15 yıllık iktidar… Başkanlık sistemi başkanın kişiliğine bağlı olarak
diktatörlüğe dönüşme riski taşıyor deniyor ya bazı Güney Amerika ülkelerinde
işte böyle olmuş. ABD Anayasası dinin ölçüt olarak kullanılmasını yasaklıyor.
Anayasa’nın 6.maddesine göre, “Birleşik
Devletler’de herhangi bir görev veya kamu hizmeti için liyakat unsuru olarak
bir din sınavı gerekmeyecektir.” deniyor… Başkanı parlamentonun görevden alma yetkisi yok ABD’de… Ancak
kınıyor, buna da “İmpeach” diyormuş
Amerikalılar. “İmpeachment”,
dedikleri Temsilciler Meclisi’nin bir soruşturması. Yüksek Mahkeme Başkanı
senatoya başkanlık ediyor. Senato mahkumiyet kararını 2/3 çoğunlukla
verebiliyor sadece. Yani nitelikli çoğunlukla. İmpeachment ise ABD tarihinde sadece 3 kez vuku bulmuş.
1868’de Andrew Johnson, 1998’de Bill Clinton’la ilgili soruşturmalar beraatla
sonuçlanmışlar. 1974’te Richard Nixon soruşturması biraz daha karanlık. O
istifa ile sonuçlanmış… “Allan Lichtman”, ABD başkanlık
seçimlerini doğru tahmin eden ünlü bir siyasal tarih profesörü. Lichtman Donald
Trump’un mutlaka impeachment yöntemiyle görevinden uzaklaştırılacağını
savunuyor… ABD başkanlık seçimleri “İki
Dereceli Seçim”dir. Birinci seçmenler ikinci seçmenleri seçerler. Yani halk
milletvekili ve başkanı seçen temsilcileri seçer. Burada bir parantez açalım… Fransa’da da senato üyelerini halk seçmez, seçenleri halk
seçer. Almanya Cumhurbaşkanı da 2 dereceli oylamayla seçilir. Federal Seçiciler
Kurulu (parlamento üyeleri ve partilerin
aday gösterdiği seçiciler) sadece cumhurbaşkanı belirlemek için toplanır. ABD başkanlık seçimi 4
yılda bir yapılır. Başkan ve başkan yardımcısı seçmek için. Devlet başkanı
hükümetin de başıdır. ABD başkanlık sisteminde Temsilciler Meclisi ve
Senato üyeleri her eyalette halk tarafından salt çoğunlukla (oy çokluğuyla) seçilirler (Louisiana ve
Washington’da iki aşamalı seçim sistemiyle). Temsilciler meclisi seçimlerinde “Dar Bölge Sistemi” uygulanır. Her bölgeden 1 adayın seçilmesi
esasına dayanan sistemde nüfusa göre üye toplamı eyaletlere paylaştırılır. İki dereceli seçim sisteminin ılımlı ve yetenekli adayları seçtiği düşünülmekteydi. John Stuart
Mill’e göre seçiciler halkın tercihinden farklı olarak kendi çıkarına uygun adayı belirlemektedir. Türkiye’de ise 1946 yılından bu yana seçmenin temsilcisini
doğrudan seçtiği “Tek Dereceli Seçim
sistemi” uygulanmaktadır. Ne güzel değil mi arada kimse yok. Bunu da anımsatalım… Başkan (hükümet) ile Temsilciler Meclisi ayrı seçimlerle
yapılır. ABD başkan ve temsilciler seçimi “Salt Çoğunluk” (yarısının bir
fazlası) sistemine dayanır. Meclis Başkanı
ve komisyonların başkanları çoğunluk
partisinden seçilir. Azınlıkta olan partinin meclis kararlarında etkisi olmaz.
Çoğunluk parti ile hükümet iki ayrı partide de olabilir. ABD’de ön seçimlerde “Caucus”
denilen siyasal parti üyelerinin bir araya geldiği müzakere toplantıları
yapılır. İlk ön seçimin yapıldığı eyalet “New
Hampshire”dir. Çünkü küçük bir eyalet olduğundan, başkanla direk ilişki
kurmak da mümkün olduğundan kazanacak adayın seçiminde de ipucu vermektedir. Genelde nüfus yoğun, kentleşmiş ve deniz kıyısındaki
eyaletler demokratların çoğunluk olduğu eyaletler, Güney ve iç batı kısımda
eyaletler cumhuriyetçilerin çoğunluk sahibi olduğu eyaletlerdir. Amerikalıların
“Salıncak Eyalet” dedikleri diğer
bölgelerde oylar iki parti arasında gidip gelmektedir. “Cumhuriyetçi
Parti” ekonomik liberal merkez sağ siyaseti savunuyor. Genelde protestanlar ve
evangelistler (tutucu ve hristiyanlığı yayma yanlısı protestanlar) tarafından
desteklenir. Yani muhafazakâr kesimler tarafından destekleniyor. “Demokrat Parti”nin pozisyonu
merkez soldadır. Merkez sol ve sosyal liberal ideolojiyi izler. Yüksek eğitimli
ve göçmen kesimler (tabi zenciler de)
Demokrat Parti’nin savunanları… ABD Yüksek Mahkemesi bir idari yargı mekanizmasıdır ve en üst
temyiz mahkemesidir. Kongre ve eyaletlerin çıkardığı yasaların ABD Anayasasına
uygunluğunu denetler. Yasama ve yürütme kararlarını da denetler. Senato’nun
önerdiği Başkan’ın atadığı 9 üyeli bir organdır. ABD Yüksek Mahkemesi
toplumdaki birleştirici bir güç niteliğindedir. “Avrupa
uluslarında, mahkemeler sadece bireyleri yargılayabilir; ama Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesi, egemenleri kendi önüne çıkarabilir.” diyor Tocqueville.”
(Amerika’da Demokrasi, İletişim
Yayınları, 2016, 1. Baskı, s. 163) Çift meclisli olan ABD Parlamentosu (Kongresi) toplam 595
üyeden oluşur. Senato üst, Temsilciler Meclisi alt meclistir. “Gerekli ve Uygun Şart” (Necessary and Proper Clause)
Kongre'nin güçleri Anayasa'da sayılanlarla sınırlıdır; tüm diğer güçler
eyaletler ve halka aittir ancak bu madde Kongre'ye "belirtilen güçlerin
uygulanması için gerekli ve uygun olan her kanunu yapma" yetkisi verir. “ABD Senatosu” nun her eyaletten seçilen 2’şer olmak üzere
toplam 100 üyesi bulunur. Üyelerinin 2/3’ü 2 yılda bir seçimle yenilenir. Temsilciler Meclisi ise toplam 435 üyelidir. Üyeleri her 2
yılda bir yenilenir. Her eyaletten seçilen üye sayısı eyaletin nüfusuna bağlı
olarak değişir ve federal halkı temsil eder. “Üyeleri her iki
yılda bir yenilenir.” cümlesinin üzerinde duralım. Tocqueville, “Seçimlerin
azlığı devleti büyük krizlerle yüzyüze bırakır. Fazlalığı ise hummalı bir
galeyana sürükler. Amerikalılar bu iki kötülükten ikincisini tercih ettiler.”
diyordu (s. 212) Amerikalılar yasama
organının üyelerinin doğrudan halk tarafından ve kısa süre için atanmasını
istemişlerdi… Hani “Zırt
pırt seçime ne gerek var” diyorlar ya… ABD’de yasa tasarılarını iki mecliste de ayrı ayrı
oyluyorlar. Sonucun farklı olması halinde karma komisyonda karara bağlanarak
Başkan’a sunuluyor. Başkanın veto (reddetme) yetkisi var. “Mutlak Veto”da yasa
kanunlaşmaz. “Geciktirici Veto”da
ise yasa meclisteki 2/3’ü çoğunlukla kabul ediliyor. Başkan bir kanunu en çok 2
defa veto eder (Bütçe ve Kesin Hesap Kanunu’nu ise veto edemez.) Gelelim bazı organlarına… “Bütçe ve Yönetim
Ofisi”, 1939 yılında kurulan başkana bağlı çalışan bütçeyi hazırlayıp kongreye
sunan kuruluş. Fakat Kongre bütçe üstünde oynama yapabiliyor. Ödenek ve
vergilerin miktarlarını yeniden düzenleyebiliyor. “Speaker” yani Temsilciler
Meclisi Başkanı ABD siyasi protokolünde 3 numaralı kişidir. Senato ve
Temsilciler Meclisi’nin ortak toplantılarına başkanlık eder. Amerikalılar
meclis adına konuşan kişiye de speaker derler… “Select-men”, ABD kentinde
idari kuvvetleri elinde bulunduran kişi...
“Charles-Louis
Montesquieu”, 1748 yılında yayınlanan
“Yasaların Ruhu Üzerine”de
batılı demokratik sistemin temellerini attı.
Kamu hukukuna ve siyaset bilimine “Kuvvetler
ayrılığı” ilkesini getirdi. Gücün
gücü sınırladığı ve en iyi hükümet biçimi olarak “Temsili
Cumhuriyet” (Halkın seçtiği hükümet) fikrini ortaya koydu. “Alexis de Tocqueville” ise küçük bölgelere de
idari özerklik tanınarak “Katılımcı
Demokrasi”nin yani siyasal özgürlüğün ve demokratik kültürün geliştirilebileceğini savunmuştur. Tocqueville “Milli
irade, tüm zamanların düzenbazlarının ve tüm çağların despotlarının
en yaygın şekilde suistimal
ettikleri kelimelerden birisidir.
Amerika’da halkın egemenliği
ilkesi yasalarla ilan edilmiş ve özgürce yazılmış.” derken (a.g.e., s. 78) “Avrupalılar aceleyle biçimlendirilen bir savaş silahı gibi görür.
Amerikalılar sayılarını görmek ve
böylelikle çoğunluğun ahlaki etkisini
zayıflatmak için örgütlenirler.
Çoğunluk üzerinde baskı yapmak için uygun argümanları icat eder ve bir araya
getirirler. Bu yolla iktidarı ele
geçirme umudu taşırlar.” demekte. (a.g.e., s. 205) Hukuk, toplumsal düzene ilişkin güvenlik, özgürlük ve eşitlik
sağlayan yazılı kurallar olarak tanımlanır. Doğal haklar ise bireyin doğuştan
sahip olduğu devlet tarafından yasaklanmayacak temel haklarıdır. “Friedrich Carl von Savigny” ve “Hugo Grotius”un üzerinde önemle
durduğu “Tabii Hukuk” (Lex
Naturalis) çağın gereklerine uyan ve dünyanın her yerinde olması gereken
hukuktur. Doğal Hukuk, yazılı olmayan ve olması gereken rasyonel hukuktur. Doğal hukuku sistematize eden “Aquinalı Thomas”,
biçimlendirenler ise Platon, Aristo, Cicero, John Locke, Hugo
Grotius, Thomas Hobbes ve Samuel von
Patendorf olmuşlardır… “Virginia Haklar Beyannamesi”, 12 Haziran
1776’da Virginia Kongre üyelerinin
oylarıyla kabul edilmişti. George Mason’un kaleme aldığı deklarasyon Amerikan
ve Fransız yurttaş hakları
bildirgelerini de etkilemiştir. Bu bildiri doğuştan gelen doğal haklar
ve yetersiz hükümete isyan hakkını
da içeren bir belgeydi. “Habeas Corpus”
yani ihzar müzekkeresi ise bireyin mahkeme huzurunda hazır bulunmasını
isteyen yargısal bir yazılı emirdir.
1679’da İngiltere’de çıkan Habeas Corpus yasasıyla yargıç kararı olmadan hiçbir
bireyin gözaltında tutulmayacağına ilişkin bir karar alınmıştı. Bu yasa da
sonraki ABD ve Fransız bildirgelerinin de temeli olmuştu… Getirilen Türk Tipi Başkanlık Sistemi de ne ola ki diye
kitapçı raflarına bakındık. RTE Hukuk Başdanışmanı’nın da vardı bir tane. Başkanlıkla
ilgili bir kitap yazmış o da altı üstü anca alfabe kitabı kadar kalın bir şey. Tabi
onu geçtik. İşimize yarar diye en kalınca olanında karar kıldık. Almaya karar verdiğimiz kitabın adı “Başkanlık Sistemi” başlıklı olandı. Liberte Yayınları tarafından
2015 yılında ilk baskısı yapılmış. Editörleri, “Murat Aktaş” ve “Bayram
Coşkun”. Bu kitabın ilk başta oylumu cazip gelmişti. Ancak okudukça
hacmi kadar tatmin eden bir içeriğe sahip olduğunu da gördüm. Çünkü kesintili,
ek bilgisiz ve çok kısa kaynaklar hiçbir zaman tam güvenilir olmaz. Kitapta ilk dikkatimi çeken isim benim de “Doğu Ergil” oldu. Neden, çünkü diğer
yazarlara göre fazla medyatikti. Ergil hocanın ilk dikkatimi celbeden cümlesi
de şu olmuştu: “Türkiye’de güçlü merkezi
yapının üzerine bir de başkanlık sistemi gelirse güçler birliği iyice
kurumlaşır ve yürütmenin denetlenmesi çok zorlaşabilir.” (s. 33) Türkiye’deki sistem de zaten yönetici elitler egemenliği
üzerinden işlemekte değil miydi? Kesin kuvvetler ayrımı başkanlık sisteminin iyi işlemesinin
en önemli güvencelerinden bütün notlar bunu işaret ediyor… Ergil hocaya göre, ABD’deki başkanlık, tüm idari ve siyasi
yetkiler ülke çapında paylaşıldığından gereken koordinasyon ihtiyacını
karşılamak için var. Ama ülkemizde teklif edilen Türk tipi sistem yargıçları atamada da başkanı yetkili
kılıyor. Kendini denetleyecek kurumun
mensuplarını atamak başkanı
sınırsız yetki ve sorumsuzluk ile
donatmak demekti. (s.34-33) “Türkiye’de liderlik
tartışmaları geçmişten bugüne kaht-ı ricalle lider egemenliği arasında
sıkışmıştır.” (s. 430) diyen kitapta, “Merkezi
yönetim, kuvvetler birliği ve güdük sivil (daha doğrusu sivil egemen) toplum
ilişkisi kuvvetli, otoriter lider ve merkeziyetçi yönetim tarzını ön plana
çıkarmıştır.” demekte Doğu Ergil. (s. 30) Bu arada kaht-ı rical, istenilen düzeyde yöneticilerin
bulunmayışı, mevcutların da bulunduğu koltuğu dolduramayışı, yetersiz
görevliler için kullanılan bir sözcüktür… Kitaba AKP’nin “Anayasa
Uzlaşma Komisyonu”nun TBMM’ye sunduğu “Başkanlık Sistemi Önerisi Tam Metni” de ek olarak
konulmuş… Kitapta yürütmenin
başı olan Başkanın görevleri sayılıyor: İç ve dış siyaseti yürütmek, bakanları atamak ve görevlerine
son vermek, TSK’ya başkomutanlık etmek, kamu yöneticilerini atamak, sıkıyönetim
ilan etmek, YÖK üyelerinin yarısını seçmek, üniversite rektörlerini seçmek… Anayasa mahkemesi üyelerinin yarısını, Danıştay üyelerinin
yarısını, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısını,
Hakemler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin yarısını seçmek... Geriye başka ne kaldı ki… Başkan hakkında, kişisel ya da göreviyle ilgili bir suç
işlediği iddiasıyla TBMM üye tamsayısının en az 2/3’sinin vereceği önergeyle
soruşturma açılması istenebilir. Başkan yardımcısı
başkan seçilenin oy pusulasında
yazılı kişi başkan seçildiği anda
başkan adayı seçilmiş de oluyor. Başkanlık seçim süresinin 1 yıl ertelenmesine meclis karar
verebilecek. Erteleme sebebi kalmamışsa aynı usule göre bu işlem
tekrarlanabilir. Seçilen kişi ömrü vaki oldukça başkan da kalabilir yani... Kitaptan alıntılara devam edelim… Madde 5/2: “Seçimden
önce ve sonra suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, meclisin kararı
olmadıkça tutulanamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz.” (s.536,
Başkanlık Sistemi Liberte Yayınları, 2015 1.Baskı, Murat Aktaş, Bayram Coşkun). Madde 6/3: “Milletvekilinin
milletvekilliğinin düşmesine, yetkili komisyonun bu durumu tespit eden raporu
üzerine Genel Kurulca üye tam sayısının salt çoğunluğunun gizli oyuyla karar
verilir.” İki madde arasında ne
büyük çelişki değil mi? AKP’nin önerisine göre başkan, 40 yaşını dolduran üniversite
mezunları arasından 5 artı 5 yıllığına halk tarafından seçilir diyor. Oyların
çoğunluğunu alan aday başkan seçilir. Adaylar ise en az yüzde 5 oranında oy almış siyasi partilerden
seçilebilir deniyor. Yani en az 100 bin vatandaşın oyu gerekli… Ama ne adalet değil mi? 1911’de yazdığı “Siyasi
partiler” kitabında “Oligarşinin Tunç
Yasası” diye bir kavram ortaya atmıştı İtalyan sosyal bilimci “Roberto Michels”. Michels’e göre, iktidar sahipleri çıkarlar gereği iktidarlarını
sürdürme eğilimindedirler. “Max Weber”den de
etkilenen Michels, demokrasinin pratikte olanak dışı hale getirildiğini
belirterek seçimlerin halkın oligarşik
yapıyı onaylamasından öte geçmediğini demokrasi
ile bürokrasinin hiçbir şekilde uyuşmadığını ortaya koymaktadır. Toplumda fert sayısı arttıkça bürokrasi güçlenmekte kişi ya
da küçük bir grup çıkarına uygun bir yapı ortaya çıkarmaktadır… Barajlar da bu isteğin belirtisidir bana göre… “Doğan Avcıoğlu”,
1961 Anayasası’nın ortaya çıkmasında rol oynayan tam bağımsızlıktan yana
devrimci bir siyaset adamıydı. Çok
ilginç tespitleri ve kanıtları vardı… Kalın kalın da kitapları vardır. Bunlardan birisinde, “Türkiye’nin
Düzeni”nde (Tekin Yayınevi, 2001) Avcıoğlu, “Jacques Lambert”in “Latin
Amerika” adlı incelemesinden alıntı
yaparak şöyle demiştir: “Genel oya
dayanan politik demokrasi tek başına ilkel toplulukları hızla değiştirmekte
aciz kalmaktadır. Çünkü ağalık (casiquisme) ve büyük arazi mülkiyeti
(latifundias) düzeni seçmenleri bağımlı tutmaktadır. Ancak bildiğimiz nokta
seçim sandıklarından çıkan oyların büyük kısmının seçmenlerin kendi
tercihlerinin sonucu olmadığıdır. Bu sebepten Türkiye’de seçim kazanmayı milli
iradenin pırıltılı bir belirtisi saymak için halk henüz gerekli siyasi
bilinçlenme seviyesine gelmiş olmaktan uzaktır.” Türkiye’de de merkezileşmiş bir nüfus (ya da sanayi toplumu)
var mı? Sanmam… Çoğunlukla tercihler de, kır kentli ya da göçmen seçmen
kitlesinin oluşturduğu sandıktan çıkan oylarla belirleniyor. Kapalı bölgeler;
Karadeniz, İç ve Doğu Anadolu gibi. Bunu küçümsemek için söylemiyorum. Tam tersine bahsettiğim
eğitimli kır nüfusu, kentlere yığılmamış ama üreten ama sorgulayabilen de
nitelikli nüfusa olan ihtiyacımızdır… Ne diyordu İsmail Hakkı Tonguç: “Demokrasinin
iki çeşidi vardır. Biri zor ve gerçek olanı, öbürü de kolayı, oyun olanı... Topraksızı
topraklandırmadan, işçinin durumunu sağlama bağlamadan, halkı esaslı bir
eğitimden geçirmeden olmaz birincisi, köklü değişiklikler ister. Bu zor
demokrasidir ama gerçek demokrasidir. İkincisi kâğıt ve sandık demokrasisidir.
Okuma yazma bilsin bilmesin; toprağı, işi olsun olmasın, demagojiyle serseme
çevrilen halk, bir sandığa elindeki kâğıdı atar. Böylece kendi kendini yönetmiş
sayılır. Bu, oyundur, kolaydır. Amerika bu demokrasiyi yayıyor işte. Biz de
demokrasinin kolayını seçtik. Çok şeyler göreceğiz daha... " Ne demişti ABD’li Sosyolog ve Eğitim Bilimci John Dewey, “Yönetilenler ve oy verenler eğitimli
olmadığı sürece seçimle işbaşına gelen hükümet başarılı olamaz.” Değil mi? Bu konuyu açalım biraz… Fransız tarihçi Lucien Febvre “İnsan yoktur, onu grup yönetir.” der. Alman siyaset
felsefecisi “Axel Honneth” ise toplumda “Kabul
Görme”nin (recognition) 3 biçimi
olduğunu söylüyor. Sevgi, haklar ve dayanışma… Honneth’e göre, aile sevgi’nin, sivil toplum hak ve hukukun,
devlet ise dayanışmanın temelidir. 3
sütuna oturur: Özgüven, özsaygı ve onur... Irk, etnisite, cinsiyet, sınıf gibi çatışmalar aslında
güdülenmiş kabul görme mücadelesidir... “Glokalleşme” (Yetki Paylaşımı)
, özerk yerel yönetimlerin merkezle birlikte yönetmesini ifade eder. Oysa günümüzde yerelleşmeden anlaşılan ne midir? Küreyelleşme yani yerel yönleri güçlendirip dışa saçılma
siyaseti. Küre-Yerelleşme şubelere yetki aktarımıdır… “Tefrik-i Vezaif”, görevler ayrımını
ifade ederken, “Tevsii Mezuniyet”
(Yetki Genişliği) kavramı yerel (taşra) birimlerinin merkeze bağlı olarak, merkezin
denetimi altında görev yürütebilmelerini ifade etmektedir.1982 Anayasası'nın
126’ncı maddesine göre Türkiye'de illerin idaresi bu esasa dayanıyordu… Bilhassa 90 sonrası “Demokratik
Kitle Örgütü” (DKÖ) yerine iktidar mücadelesini grup çıkarına indirgeyici
bir kavram olarak “Sivil Toplum
Kuruluşu” (STK) kullanılmaya başlanmıştı. Sosyal devlet anlayışının terk edilmesinden sonra
boşluk üçüncü sektör denen STK’larla doldurulmaya, kamusal alan da bu
doğrultuda işlev kazanmaya başladı. Bunun sonuçlarından birisi de “Deregülasyon” yani kamusal alanın
daraltılmasıydı. Böylece “İnterpellation”
yani
belli bir ideolojiye
mensup sınıfları aynı siyasal projeye yönlendirme (Paralojizm) özellikle STK’lar
aracılığıyla yapılmaktaydı… “Yerinden yönetim”
iki türlü gerçekleşmekte. “İdari Yerinden Yönetim”
hizmet yönünden yerinden yönetimdir. Belediyeler, köyler ve il özel idareleri gibi. “Siyasi Yerinden
Yönetim” (Federalizm) ise bölgesel
kimlik (federe devletin anayasasına göre bağlılık), federal devletin
anayasasına göre bağlılık ulusal kimlik olarak tanımlanır. Dış ilişkiler,
maliye, güvenlik ve adalet dışında merkezden alınarak yerel yönetimlere
aktarılır. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan tam 55 yıl sonra yerel
yönetim kavramıyla tanışmış. Bülent Ecevit başbakan olduğu 42. Hükümet döneminde 5 Ocak
1978-12 Kasım 1979 tarihleri arasındaki kabinede “Yerel Yönetim Bakanlığı”
adıyla bir bakanlık yer bulmuş.
Türkiye’nin ilk ve tek yerel yönetim bakanlığı hükümetin değişmesiyle de
kaldırılmış. Bakanlık 22 aylık bu kısa sürede de özellikle belediye
gelirlerinin artması konusunda çalışmalar yapmış. “Civilisation” Türkçe’de uygarlık sözcüğünün karşılığı olarak
kullanılan Fransızca bir sözcük. İster
istemez uygarlık deyince Friedrich Wilhelm Nietzsche’nin o ünlü
deyişi akla geliyor. “Uygarlık tarafından yok
edilme tehlikesiyle karşı karşıya olan
bir uygarlık çağını yaşıyoruz.” diyordu Nietzsche… 18. yüzyılda Voltaire
tarafından yazına sokulmuştur. 19. yüzyılda ise aynı kelime, bilgi, beceri anlamında
kullanılmış. Sivilizasyon, günümüzde “Otonom” (Özerk) devletten ayrılmış güç ve yapılanmayı ifade ediyor.
“Siyasal Katılım”, seçimler ya da
etkin katılım (DKÖ, yerel ve ulusal faaliyetler) siyasal istem ve yöneticilerin belirlenmesi
yoluyla kararları etkilemektir. Yorumlarını Aristo’nun öğretilerinden yola çıkarak yapanlar “Peripatetik” olarak tanımlanırlar. “Politika” adında da bir kitabı
yayınlanmıştır. Aristo, “Politika,
toplumun halka dair yaptığı tüm etkinliklerdir.” diyordu… İktidar ya da “Sosyal
İktidar” başkalarını kontrol etme yeteneği, “Siyasal İktidar” toplumun bütününü etkileyen iktidar, “Egemen İktidar” ise yasama yargı ve
yürütmeyi içermektedir. Montesquieu, “Yasaların
Ruhu” (De l'esprit des lois) adlı
kitabında kuvvetler ayrımı esasını ortaya atmıştır. “Güç, gücü durdurur” demekteydi... Sivil toplum, toplumsal farklılaşmanın olduğu toplum
içerisindeki çeşitli grup ve kurumların karşılıklı etkileşimde bulunduğu
toplumsal kurumdur. Ancak sivil toplum
(civitis), iktidar mücadelesini salt grup çıkarına indirgemekte. Örnek
vereyim, “Ulusal Demokrasi Fonu”
(NED) adı altında ABD askeri güç yanında sivil faaliyetlerini sağ (IRI) ve sol
(NDI) eğilimli STK’lara destek vererek,
iş çevrelerinde yürüttüğü faaliyetleri ise “Uluslar
arası Özel Girişimciler Merkezi”nin (CİPE) desteklediği STK’larla sürdürmektedir.
Amacı, Ortadoğu’da etkinlik kurmak ve çıkarlarını korumak, süper gücünün
devamını sağlamaktır. Bu kuruluşlar
“Povermental” yani ABD’ye bağlıdırlar... Günümüzde kamu
yönetim alanında yaygın olarak kullanılan kavramlardan bir diğeri de “Governance” (Yönetişim)… Bir sosyal ve
siyasal sistemde bütün aktörlerin toplam çabasıyla oluşan düzen olarak
tanımlanan yönetişim terimi, birbirine bağlı durumlarda birbirine karşıt
aktörlerin oluşturduğu ağsal yapıyı koordine eden süreç olarak ifade ediliyor… Hukuk (emretme gücü), maliye (para, vergi, kamusal
harcamalar) ve zor kullanım (polis ve asker) olarak egemenlik sisteminin 3
temel aygıtı. Louis Althusser, “ideoloji
ve Devletin İdeolojik Aygıtları”nda “Devlet
aygıtı dediğimiz şu öteki somut gerçeklikte belirli soyutlama ilişkisi içinde
bulunan hukuk, hem baskıcı hem de ideolojiktir.” der ve ideolojiyi
tanımlarken maddi hayat şartlarıyla hayali ilişkilerin temsili diyerek iki
alanı vurgular: İdeoloji ve devletin ideolojik aygıtları. Althusser’e göre
iktidar ve rejim ideolojik aygıtların katkısı olmadan sürdürülemezdi. (M. Naci
Bostancı, Siyaset ve Medya Alaca Karanlığın İki Atlısı, Özgür Yayınları, 2011,
1. Basım, s.161) Alexis de Tocqueville 1835’te yazdığı “Amerika’da Demokrasi” adlı kitapta yönetim ile halk arasında sivil
toplum kuruluşlarının denge işlevi gördüğünü ifade ediyordu. Ancak kavramı
1767’de yazdığı "Sivil
Toplumun Tarihi Üzerine Bir Deneme" adlı makalede ilk kullanan “Adam Ferguson”dur… Tocqueville’ye göre, “Birleşik
Devletler’de idari kuvvetin yapısında merkezi ve hıyerarşik hiçbir şey yoktur;
bu nedenle onu göremezsiniz.” (a.g.e.,
s.92) Amerikan demokrasisinin özelliklerini Tocqueville, yerel hükümetler, kapitalizmle birlikte
yaygınlaşan sivil toplum yapısı, anayasa,
gelişkin ve özerk yerel yönetim kurumları, din ile siyaset ayrımı gibi olgularla ele alarak Avrupa Devletleri’yle Birleşik Devletler farkını ortaya koymuştur. Avrupa’nın
merkeziyetçi yapılanmasına karşılık da başat etken olarak Birleşik
Devletler’deki ademi merkeziyetçilik uygulamadaki fark olarak görülmektedir.
Eşitlik, adalet, özgürlük kısaca demokrasiye ilişkin bir takım kavramların
temeli olarak sivil toplum demese de dernek veya halkın kurduğu örgütlerden, bu
kuruluşların çokluğunca yaratılan ABD sivil toplum yapısından sözetmektedir: “Amerikalılar toplumsal otoriteye güvensiz ve
tedirgin gözlerle bakarlar ve sadece onsuz yapamayacakları zaman bu otoritenin iktidarına
başvururlar.” (a.g.e., s. 200) Hümanist sosyolog “Charles
Cooley”in ortaya attığı “Ayna
Benlik” kavramına göre
başkalarının algısı bizim kendi algımızı da etkilemektedir… İnsanlar çıkarları sözkonusu olup haksız oldukları zaman
gerçeklerle yüzleşmek istemezler ve saldırganlaşırlar. Doğruyu savunmak
işlerine gelmez çünkü. İşte “Lobicilik”,
özel grup çıkarları sağlamak amaçlı siyasal kararları etkileme faaliyetidir… Örgüt ise bir amaç için bir araya gelen bir organizasyonun
tümünü kapsar. Örgüt tipleri formal ve informal yani resmi veya resmi olmayan
örgüt biçimindedir. “Formal Örgüt”
içinde statüye dayalı ilişkiler, “İnformal
Örgüt” içinde de kişiye dayalı ilişkiler geçerlidir. Biçimsel örgüt, amaç görev ve sorumluluk ve kuralların önceden
belirlendiği sıra düzenine ve kişisel ilişkilere dayalı bir yapılanmadır. Tanımlanmış liderlik tipleri ise şöyle… Kurallara uyum ödül içeren ödül ve cezaya dayalı liderlik “Nomothetic”, Bireysel çaba ve gereklere bağlı liderlik “İdiographic”, Ve bürokrasi ile bireylerin gereksinimlerine dönük liderlik “Transactional”. Örgütsel lider (nomothetic) bürokratik yönelimli, bireysel
lider (idiographic) kişilik yönelimli, durumsal lider (transactional) durum
yönelimli olmaktadır. En uygun model durumsal liderlik olarak tanımlanıyor… Max Weber, “Bürokrasi
ve Otorite” adlı kitabında 3 otorite tipi saymıştı: “Geleneksel Otorite” (hanedanlıklar, krallıklar), “Karizmatik Otorite” (akıl ve kudret
sahibi kişi) ve “Yasal ve Ussal Otorite”
(yasal ve halkın rızasına dayanan modern dönemin şekli). Weber, “Toplumların kültürel boşluğa düştüğü zamanlarda toplumsal
kuramları değişen kültürel değerlere
uydurmayı başaran kişi karizmatik
liderdir.” diyordu. Karizma, Emre Kongar’a göre “Türkiye’de sorgulanmaz, erişilmez, büyüleyici, sürükleyici etki”
anlamında kullanılmaktadır (Cumhuriyet, 24 Mayıs 2010). Sosyolojide çeşitli grup sınıflandırmaları yapılmıştır fakat
en yaygın ve temel olanı Charles Cooley tarafından literatüre sokulan “Birincil Grup” ve “İkincil Grup” ayrımıdır. Birincil gruplar yakın ve yüzyüze
ilişkilerin varolduğu gruptur. Orada bizlik
ve dayanışma duygusu sözkonusudur. İkincil grup ise resmi ve kurumsal (birincil grupların içinde
geliştiği) gruptur. İkincil gruplar resmi (formal) gruplar olarak da tanımlanmakta… Ortak amaçları olmayan, rastlantı
sonucu oluşmuş, birbiriyle yakınlığı bulunmayan ve sürekliliği olmayan insan
toplulukları ise “Kalabalık” tanımlanır. Örnek mi? Sahildeki insanlar,
marketteki müşteriler veya bir konserin izleyicileri… Ancak “Toplumsal Gruplar”, belli bir
amaç için en az 2 kişiden oluşmuş aralarında ilişki (etkileşim) olan ve
sürekliliği olan insan topluluğudur. Örneğin, siyasi partiler, dernekler, sendika, aile ve okul grubu böyle… . Bir kurum ise “Örüntüler” (birim) toplamıdır. İngiltere ve bağlı ülkelerde (Birleşik Krallık) özerk
nitelikli yarı kamusal kuruluşlar
(quango), hem kamu hem de hükümet dışı
(STK) özellikler taşır. Melez (hibrid) organizasyonlardır… Özerk
olmasına rağmen uygulamada atama ve finansman merkezi idarenin etkisi
altındadır. Devlet tarafından parasal yönden desteklenirler. İngiltere’de 1980-90 arası birçok alan (su gibi)
özelleştirilmişti. 1988’den itibaren sağlık ve eğitim gibi temel hizmetlerle
genişletilmiştir. “Quango”ların
sayısının artması kamuoyu tarafından kuşkuyla karşılanmaktadır… “Ey hürriyet, senin
adına ne cinayetler işleniyor!” (Madame Roland) Bizim ilk ademi merkeziyetçilerimiz “Prens Sabahattin” Osmanlı hanedanından (paşaoğlu) federalizm
taraftarıydı. Edebiyatta ise “Yeni
Turan”daki ütopik görüşleriyle de “Halide
Edip Adıvar” (Türkiye’de Şark Garp ve Amerikan Tesirleri). Adıvar aynı
zamanda bir Amerikan mandacılığı önermişti. Kemalist devrimden sonra ABD’ye de yerleşti.
H.Edip kitabına, “Tüm vakalar bir
araya gelse bile Fransız Devrimi’nin yerini tutamaz; Fransız Devrimi dünyada
şimdiye kadar gerçekleşmiş en şaşırtıcı hadisedir.” diyen, Fransız
devrimini eleştiren muhafazakâr ve liberal İngiliz
devlet adamı Edmund Burke’nin şu sözleriyle girer: “Cemiyet hakiki bir kontrattır. Fakat devlet, herhangi bir anlaşmaya
bağlı bir şirket telakki edilemez. Geçici bir alaka ile başlanıp, ortakların
arzuları ile feshedilmez. Bu, bütün ilimlerde ortaklık, bütün sanatlarda
ortaklık, bütün fazilet ve tekâmülde ortaklıktır. Böyle bir ortaklık, nesiller
boyunca elde edilemeyeceği için, sadece yaşayanlar arasında hüküm süren bir
ortaklık olamaz. Bu, yaşayanlar ile ölmüşler ve istikbalde doğacaklar arasında
tesis edilebilen bir ortaklıktır." John Stuart Mill ise, “Kendi
yaşama planını seçmeyi dünyaya ya da kendi çevresinde bulunanlara bırakan
kimsenin, maymun gibi öykünme yetisinden başka hiçbir yetiğe ihtiyacı yoktur.
Kendi planını kendi seçen kimse ise bütün yetilerini kullanır.” demektedir
(Özgürlük Üzerine, Oda Yayınları, 1.
Baskı, s. 82). “Egemen ve merkezi
her devlet potansiyel olarak saldırgan ve diktatörcedir.” Simone Weil’in faşizmin
egemen olduğu İkinci Dünya Savaşı yıllarında söylediği bir sözdü. Postmodernist düşünürler Gilles Deleuze ile Felix Guattari
birlikte yönetim alanına ilginç bir siyaset felsefesi yaklaşımı getirdi. Kapitalizmi bunalımlar sistemi olarak
tanımlıyorlar devlet yerine “Deterritorialization” (Yersiz Yurtsuzluk) kavramını öne sürüyorlardı. Yersiz yurtsuzluk
merkezsiz ve gövdesiz, yatay yayılan, iktidardan sakınan düşünce yöntemidir.
Göçebelerin yaşam ve örgütlenme biçimi, hristiyanlık ve batıya karşı yıkıcılık
imgelemi olarak ele alınıyordu. Kapitalizmin ayakta kalışının nedenini
çelişkilere (dışlama) bağlıyordu. 1944’te ABD’li tarihçi
“Richard Hafstad”
popülerleştirdiği sosyal darwinistlerin ileri sürdüğü düşünceye göre vahşi
ırklar medeni ırklar tarafından yok edilecekti.
Herbert Spencer, “Sentetik
Felsefe Sistemi”nde toplumların da canlı bir organizma gibi işlediğini öner
sürüyordu. Spencer, sanayileşme,
işbirliği ve rekabete uyum sağlayan bireyin yüksek düzeye ulaşacağını
savunuyordu. Özel mülkiyet ve piyasa ekonomisini savunarak “Devlete Karşı Birey”de evrimin görünmez el gibi özel çıkarı genel
faydaya dönüştürdüğünü iddia ediyordu. Faşizmi, ırkçılık,
sömürgecilik ve nazizmi körükleyen bu anlayışı İngiliz liberal siyasetçi “Richard Cobden” de savundu. Bir
tekstil sanayicisi olan Cobden 1846’da halka ucuz tahıl sağlayan “Corn Yasası”nı kaldırttı. Sanayi
işçisi artmıştı. Herkese iş vaat ediyordu.
Almanya’da Ferdinand Lassalle ve Bismark uzlaşmasıyla eşit hak ve
ücretler tunç yasasıyla işçi sınıfının hareketleri sınırlanmıştı... Faşizm insanlar üzerinde vahim ve derin etkiler bırakır… “Proto Faşizm”,
faşizmin temelini oluşturan daha sonra gelen faşist ideolojileri etkilemiş modern
faşizme öncülük etmiş Roma ve eski Avrupa rejimlerinin (Almanya, İtalya, İspanya) hukuk ve yönetim
şekillerini ifade ediyor… Diktatör terimi Antik Roma’da senato tarafından acil durumlarda
yönetime atanan ve olağan üstü yetkiler
verilen “Magistratus” (Halkın Efendisi)
ünvanından gelmektedir. Eski Roma’da magistralar, siyasi ve askerî
otoriteyi elinde bulundurur, yılda bir
defa seçilir ve bir yıl süreyle görev yaparlardı. Promagistralar ise
eyaletlerde 1 yıl için görev yapan valilerdi. “İmperium” (buyurma) yetkisi olan üst düzey magistraların
güvenliğini “Lictor” denilen muhafızlar
üstlenirdi. Lictorlar ellerinde yetki ve güç sözünü sembolize eden daha sonra İtalyan Faşizminin de
simgesi haline gelen “Fasces” denen baltaları taşırlardı. Faşizm sözcüğünün kökeni Roma İmparatorlarının otoritesinin
sembolü fasces adlı baltadan gelirmiş ya Latince fasces, demet anlamına gelen “Fascis” kelimesinden türetilmiş… İmperium, yetkisine sahip kişi, “Magistra” ya da “Promagistra” olarak kendisine tanınan yasal hakları yerine getirme
konusunda mutlak bir otoriteye sahipti. Roma Cumhuriyeti'ne özgü bir siyasi kurum olan bu makam
normal magistraların yetkisinin
üzerinde olağandışı görevler üstlenen olağandışı bir magistralıktı. Julius Sezar (MÖ 100-44), yetkilerini kullanarak ilk “Autogolpe” (Sivil Darbe) ile Roma Senatosu’nu
kaldırıp kendini imparator ilan eden kişi oldu. Cumhuriyet bürokrasisini merkezileştirmiş, kendini hayat
boyu diktatör ilan edince bir grup senatörce suikastle öldürülmüştür. Jul Sezar
ölümünden sonra da Roma tanrılarından birisi ilan edilmiştir. Lucius Cornelius
Sulla Felix (MÖ 138-78), senatoların yetkilerini arttıran ve bu yönde
kanunlar çıkartan bir diktatördü. Felix döneminde güçlenen aristokratik
kliklerden Optimates, senatonun yetkisini arttırıp pleplerinkini kısmayı amaçlamıştı.
Çünkü tribünün, yani güçlü generallerin yönetime egemen olmalarını istemiyorlardı.
Buna karşılık Populares kliği, pleblerle halk meclislerinin gücünü arttırmak
istedi. Onlar da Sezar döneminde güçlenmişlerdi. İspanyolca bir
terim olan Autogolpe, günümüzde Latin Amerika’da
görülen sivil darbeleri ifade eder. Örneğin Peru’da Alberto Fujimori
devlet başkanı iken parlamentoyu lağvederek iktidarı kendi bünyesinde toplamıştır. Kendi kendine darbe sonucunda anayasa ve
bağımsız mahkemeler de rafa kalkar. Sivil darbelerin diktaya dönüşmeleri muhtemeldir. Bir sivil
darbenin ortadan kalkması askeri darbeye göre daha zordur. Askeri darbelerden sivil
hayata dönüş muhtemelken sivil darbeciler menfaat ve destekçi grupları
geliştirmeye eğilimdir… İkinci dünya savaşı yıllarında siyasi iktidarı tek elde
toplayan gri rejimler, demokrasi ile totaliterlik karışımı ara rejimler
yani “Otoriterizm” de egemen olmuştu. 1970’lerde ABD, yönetime ilişkin
tanımlama yaptı ve ülkeleri “Totaliter
Ülkeler” ve “Otoriter Ülkeler” olarak
ikiye ayırdı. Totaliter ülke Amerikalılara göre SSCB idi. Totoliter, bütüncül
yani her alanda yetkili yönetimleri tanımlarken otoriter ülkeler bazı Batı
yanlısı ülkeler gösteriliyordu. Otoriter ülkeler ise buyurgan, yönetimi sınırsız
yetkili, siyaset ve basın üzerinde baskıcı olan ülkeleri ifade ediyordu... Karanlıkta kar
yağıyor, (Nazım Hikmet) Hayvan Çiftliği’nde (1945) dünyanın tüm liderlerini 2.Dünya
Savaşı yüzünden eleştirir “George
Orwell”. 2. Dünya Savaşı yıllarında yayınlanan “1984” adlı antiütopik (distopik) romanında Yevgeniy İvanoviç Zamyatin’in “Biz” (1920) ve Zamyatin’den esinlenen “Aldous Huxley”in hedonizmin de eleştirisini yapan “Cesur Yeni Dünya” (1931) romanlarından
da etkilenerek otoriter toplumlara gönderme yapar. İspanya iç savaşına da
katılan Orwell bu romanı Franko’nun İspanya’sından esinlenerek yazmıştır. Her üç roman sosyal bilim kurgu kabul edilir. Romanda hayali bir partinin şu 3 temel sloganı vardır: Savaş Barıştır, Özgürlük Köleliktir, Bilgisizlik Kuvvettir. Sevgi bakanlığı işkenceden, bolluk bakanlığı fakirliği
sürdürmekten, barış bakanlığı da savaştan sorumludur. 1984 romanında sözü geçen
“Big Brother” (Hepimizin Abisi ya da
Büyük Abi) terimi oligarşinin otokrat yönetimini korumak için kendine uygun
gördüğü sanal kişiyi temsil eder ve
merkezi otoriteyi simgelemektedir. “Big Brother
is Watching You” bireyin merkezi
otoritece sürekli gözlem altında tutulduğunu sistem dışına çıkanın
cezalandırıldığını ifade ediyordu… Herbert Marcuse, Walter Benjamin ve Theodor Adorno gibi
düşünürler kapitalist topluma kültürel ve ekonomik boyutta eleştiriler
getirmişti. Örneğin, Alman düşünür Theodor Adorno, Batı baskıcı ve yasakçı
kapitalist toplumsal ilişkilerinin ve üretim ilişkilerinin (teknokrasi vs.)
insan ilişkilerini de tahrip ettiğini savunuyordu. “Teknokrasi”
toplumsal ilişkiler ve devlet yönetimde sosyal ihtiyaçların karşılanması yerine
teknik olanakların geliştirilmesini öncelik alan bir yönetim şekli. Bugünkü yabancılaşma ve tekdüze yaşam normlarının başat
sebebi budur. Georg Lukacs da yabancılaşma
kavramından yola çıkarak
kapitalist toplum ilişkilerinde
belirleyiciliğin meta ilişkileri
olduğunu ifade etmektedir. Bunu “Reification” (Şeyleşme)
terimiyle açıklamıştı. Adorno, Lukacs ve Ernst Bloch yabancılaşma üstüne
değerlendirmeler yapan, eleştirel toplum yanlısı düşünürler totaliter toplumsal yapılara karşı modernite toplumunun sürdüğünü savunmaktaydı… “Güç ne kadar büyükse
kötüye kullanılmasının tehlikesi de o kadar fazladır.” (Edmund Burke) Avusturyalı nörolog “Sigmund
Freud” insanda doğuştan gelen iki eğilim var diyor. Bunlar, “Libido” (Cinsellik) ve “Destrüdo (Saldırganlık). Freud’un
psikodinamik yaklaşımına göre libido içgüdüsel bir enerjidir. İsviçreli
psikiyatr “Carl
Gustav Jung”, bu enerjinin bireyin gelişim sürecinde ortaya çıkan moral
destek olduğunu savunuyor. Destrüdo ise
bireyde içgüdüsel olarak varolan zarar verme isteği, hatta kendini ve çevresini
de öldürme içgüdüsü olarak tanımlanıyor... “Hasrolmak”
sözcüğünü, bir şeyin bütününü birine ayırmak,
vermek anlamında da bilmekteyiz... Aşırı yetki tanımak “Omnipotans”
ve “Egoizm” gibi bencil ve merkezcil
üstünlük taslayan baskıcı çıkışları, “Hedonizm”
zevkçilik ya da “California Sendromu”
diye de tanımlanan davranışları tetikleyebilmekte… Sosyolog ve kültür
kuramcısı “Stuart Hall”a göre
iletişimin önemli ilkelerinden biri diyalektiktir. İletişimdeki süreç
karşılıklılık esası taşımalıydı. Bugün “Diyalektik”
(tartışma) yöntemden çok ”Retorik” (hitap
ve ikna sanatı) geçerli sayılmakta. Bunu iletişim sayıyorlar… Diyalektik (akıl) karşısına “Metafizik” de (Duyu Ötesi) konuyor ve bilim yoluyla ulaşılamayan
konulara sezgi yoluyla üretilen bilgiyle açıklık getirilmek isteniyor ya. Peki geldiğini mi sanıyorlar? Sormadan edemiyor insan… İletişim, bir “Methüsena” (Ululama) ya da bir metafizik (dogma) konusu olmaz.
Olamaz. TV’de ya da başka kitle iletişim ortamlarında başkanlıkla
ilgili bir çalıştaymış, münazaraymış, müzakere, mukaleme ya da panel her neyse
karşıtların bir araya gelip
tartıştıkları bir program adı duyduk mu? Yok… Bireyler nesneler gibi kutsanmışlar adeta çünkü.
Sorgulanmaz, toz kondurulmazlar. Buna da işte “idealizasyon” diyoruz… “Georg Wilhelm
Friedrich Hegel” diyalektik materyalizmin kurucusu idi. “Diyalektik Mteryalizm”i tezler ve antitezlerle senteze varım yani yeni
anlayışa ulaşma olarak özetleyelim. Efendiyle köle
ilişkisinde kölenin kurtuluşu ve özgürlüğü
ancak toplumsal bilinçlenmesi (gerçek akıl düzeyine) ve kendi
farkındalığına varmasıyla olur. K.Marx bu düşünceden yola çıkıp “İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır.” demişti… “Sophokles” ünlü
tragedyası “Kral Oidipus”ta şöyle
sesleniyor: “Güzel şey ikbale ermek, iktidarı elde tutmak, üstün bilgili olmak!”
(Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları s. 12) Tiran ya da tiranlık, zorla yasal güç elde eden, zorba,
despot, kale sahibi hükümdar demek… Zaman zaman kurulan askeri ya da sivil dikta rejimleri…
Onlar da tiraniye… “Tiyatro dilinde
cinayet ve fena insan rolleri yapan aktris demektir.” diyordu Reşat Nuri
Güntekin de (Anadolu Notları I-II, İnkılab Kitabevi, s. 139) Platon’a göre demokrasi yozlaşırsa Tirani’ye yol açıyordu.
Anayasa’yı özgürlük ve bilgelik karması olarak görür. Şöyle demektedir Platon: "Demokrasinin esas prensibi, halkın
egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için,
yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa demokrasi,
otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar,
kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti
idare edebileceği zannedilir." Eski Roma’lı düşünürlerden “Polybius”, “Marcus Tullius
Cicero” ve “Lucius Annaeus
Seneca” Roma siyasal düşüncesinin etkili düşünürlerindendi. Polybius’un sınırlama dengeleme teorisinin Locke ve
Montesquieu’nun kuvvetler ayrımına fikir kaynaklığı ettiği ABD Anayasası’nın
hazırlanmasına da etkisi olduğu söylenmektedir. Polybius, “Oklokrasi”yi
yozlaşan demokrasi olarak tanımlamıştır. Yani bilgisiz, yeteneksiz ve etik
olmayan gücün yönetimi; çoğunluk diktası da denebilir… “Mobokrasi” ise,
bir çete ve zümre yönetimidir. Herodot ve Thucydides
ile birlikte önemli bir antik Yunan tarihçisi, ilk evrensel tarih yazarı olan
Polybius (MÖ 203-120), Roma'nın dünya egemenliğini ele geçirdiği bir dönemde
kuramsal yaklaşımla Romanın yönetim döngüsünü ele alarak Roma’nın egemenliğinin
Roma standartlarından ve yapısından kaynaklandığını ortaya atmıştı. Polybius’a göre Roma’daki karma anayasa en uygun örnekti. Konsül
(monarşi), senato (aristokratik) ve halk meclisleri (demokratik) ilkelere
karşılık gelerek fren mekanizması gibi birbirlerini denetlemişlerdi… Hukuk ve felsefe eğitimi almış Ciceron da, Platon, Aristo ve stoacıların
düşüncelerinden etkilenmişti. Eski Yunan
ve Roma’yı hristiyanlara aktarmış Aziz Augustine üstünde etkisi olmuştu. İdeal
devlet, kurumsal düzen, başarı ve erdem gibi konular üzerinde yazılan
eserlerle; Devlet Üzerine, Yasalar Üzerine, Yükümlülükler Üzerine ile dikkat
çeker… Ciceron’a göre yasaların kaynağı akıldır. Statükocu ve
aristokrasiden yanadır. Devlet adamlığı ve görevlerini aileden üstün görür.
Ciceron’a göre devlet, “Hukuksal
bağlarla birleşmiş insanlar topluluğudur.” “Res Publica” kamuya ait olan
şey, “Res Privata” ise özel alana ait olan şeydi. İkisi karşı
karşıyadır. Monarşinin özü, uyrukların sevgisi ve akıl, aristokrasinin özü
bilgelik, demokrasinin özü ise özgürlüktü. “Yasalar Üzerine”de
şöyle diyor Cicero: “Yasa ne insanların
zihinlerinde tasarlayarak oluşturduğu ne de halkların kararı olan bir şeydir,
aksine genel olarak evreni yönetme ve yasaklama bilgeliğiyle idare eden ebedi
bir olgudur. ‘Yasa’ adına yaklaşması şöyle
dursun, bazı çetelerin üzerinde anlaşarak aldığı, ziyadesiyle zararlı ve
tehlikeli olan birçok kararı toplumlar bağlamında nasıl değerlendirmeli? Zira
cahil ve tecrübesiz insanlar iyileştirici ilaçlar yerine zehirli ilaçlar
yazıyorsa, onlara gerçek hekim reçetesi denemez, halk nezdinde de, halkın zararlı olduğu halde
kabul ettiği her şeye yasa denemez O halde yasa adil olan ve olmayan şeyler
arasındaki ayrımın kendisidir.”
(Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 1. Baskı, 2016,
s.37- 39) Ciceron’a göre demokrasi yozlaşırsa tiranlığa dönüşür ve
çoğunluğun tiranlığı olur. İdeal
devlet, kral ve senato’dan oluşmalıdır
(monarşi ve aristokrasi). Bilgelik böyle devlette hüküm sürer. Roma
yayılmacılığını fethettiği yerlere barış ve refah getirdiğini akla uygun görüp
destekler. Ya hak eşitliği ya da eşitlik adaleti (İzonomi)! Ciceron’a göre ideal lider, erdemli, adil, dürüst,
bilgedir. İyi yönetici hatip olmalıdır. Niccolò Machiavelli Ciceron’un
kitaplarındaki öğütlere tepki olarak yazmıştır. Bir stoacı ve kynik olarak bilinen Seneca da politikadan uzak durmak ve mülkiyet edinmemek gibi
fikirleri ortaya atmıştır. Ahlak felsefesiyle kişinin düzenle uyum içinde
olmasını, basit (yalın) bir yaşamı savunur.
Seneca devleti kurmaya mülkiyet duygusunun yol açtığını belirtir.
Devlet, eşitsizliğin, köleliğin ve mutsuzluğun sebebidir. Devlet öncesi
toplumlarda da köleliğin olmadığını ifade eder. Seneca’ya göre, bilgelik ve ahlak
tarafından yönetilen krallık en iyi devlet yönetimidir. Devlet, evrensel ve
bölgesel devlet olarak ikiye ayrılır. İlki kamunun olan yani aklın yolunda
giden büyük devlet, ikincisi ise insanların bir bölümünü içine alan devlet.
İnsan evrensel devlete hizmet etmelidir... Otuz Tiran Savaşı (Pelopones) Atinalılar ve Spartalılar
arasında geçmekteydi. Savaş sonrasında (MÖ. 404’ten sonra) yönetime geçen Critas
liderliğindeki Atina’daki Spartalı oligarklar aşırı muhafazakârdılar ve 1500
kişiyi öldürdüler. 1 yıl sonra da kendileri de ortadan kalktılar… Zalimliğiyle ünlü başka bir tiran da “Caligula”. Eski Roma imparatoru Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus’un
lakabıydı Caligula. Her türlü işkence yöntemi denemekten ve öldürmekten adeta
haz duyan İmparator “Albert Camus”un yazdığı oyunda şöyle demektedir: “Tuhaf şey! Öldürmediğim zaman yalnız
hissediyorum kendimi. Yaşayanlar yetmiyor dünyamı doldurmaya, yetmiyor içimden
şu sıkıntıyı koparıp atmaya. Uçsuz
bucaksız bir boşluk görüyorum siz geçince karşıma, bakmaya tahammülüm
yok. Ölüler sarsın etrafımı, onların arasında buluyorum ben huzuru. Sahici olan
onlar. Bana benziyorlar. Yolumu gözlüyorlar,
beni bekliyorlar. Nicesiyle konuştum, bağışlanmak için yalvardılar bana,
dillerini koparttırdım.” (Caligula, Can yayınları, 2015, 1. Baskı, s. 129) Romalı tarihçi Suetonius, Caligula’nın “Korktukları sürece bırakın
benden nefret etsinler.” dediğini aktarır. Caligula’nun zalimlik kadar deliliği de öyle bir safhaya
varmıştı ki “İncitatus” adını verdiği atını tanrı ilan eder onu altınla beslermiş… “Siyasal
örgütlenmenin yasak olduğu tüm halklarda sivil örgütlenme de nadiren görünür.” (s. 553) diyen Tocqueville, “Tek başına eyleme özgürlüğünden sonra
insan için en doğal özgürlük, kendi çabalarını başkalarınınkiyle birleştirme ve
müşterek eyleme özgürlüğüdür.” diyordu (s. 204) “Ortak görmek, ortak işitmek, ortak tiksinmek,
ortak haz almak ve ortak iş görmek mümkün müdür?” (Platon) Antik çağın ütopyacılar dönemi (MÖ. 5-4.Yy) tıpkı 19.Yy’daki
Aydınlanma ve Rönesans gibi felsefe, sanat, bilim, edebiyat ve siyasette bir
sıçrama dönemi idi. Eski Yunan
düşünürlerinin idealize ettikleri toplum yapısı, ütopyacı düşünürlerin esin
kaynağı insanların zengin, mutlu, huzur içinde ve kavgasız yaşadığı saadet
dönemi diye adlandırılan “Altınçağ”a dönüştü. TAMER UYSAL -DEVAM EDECEK- |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |
POLİTİK SİSTEM VE SEÇİM (2) - 14/06/2025 |
''Adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?'' (Aurelius Augustinius) |
Anadolu'nun Sevgi Dili: Karacaoğlan - 07/05/2021 |
“Ela gözlüm ben bu elden gidersem Zülfü perişanım kal melul melul Kerem et aklından çıkarma beni Ağla gözyaşını sil melul melul”… |
ZEYTİNİME DOKUNMA.. - 05/05/2021 |
Bursa’nın Simgeleri ve Zeytin |
İLGİSİZ BİLGİLİLER, BİLGİSİZ İLGİLİLER… - 04/05/2021 |
“Bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir.” |
BİNALAR, BİNALAR… - 02/05/2021 |
İnsanın anayurdu çocukluğudur... Jorge Amado demişti bunu. Çünkü çocukluğunuz evinizdir. Evinizden önce sokağınız mahalleniz yaşadığınız semt oradaki bahçe okulunuz kediler ağaçlar her şey çocukluğunuza aittir. |
FAŞİZMLERE ÖYLE ÇOK BENZİYOR Kİ… - 28/04/2021 |
Erbil Tuşalp ve “İslâm Faşizmi” |
ŞEHİR VE ÜTOPYA - 14/02/2021 |
Bursa, Bayburt ve İzmir… Üç kent.. Yaşamımda yer kaplamış bu üç kentin hiçbiri benim için ütopya değildi. Geçmiş ve gelecek; kayıplarımız ve beklentilerimizdi bizim ütopyalarımız… |
KUDÜS… EY KUDÜS - 03/02/2021 |
“Seni unutursam, ey Kudüs Sağ elim hünerini unutsun Eğer seni anmazsam Dilim damağıma yapışsın” MEZMUR-137 |
AKKUYU VE “NÜKLEER ENERJİ” İLE İLGİLİ GERÇEKLER - 26/01/2021 |
Söylentiler basit birer geyik mi?!!! Hatırlanacağı gibi 1995 yılında bazı gazetelerimiz durup dururken “nükleer santral kurmazsak iki yıl sonra karanlıkta kalacağız” manşetlerini atmışlardı. |
![]() |