Anadolu Selçuklu Devleti ile Abbasi Halifesi Arasında Din ve Devlet İşleri Ayrımı, Laiklik Dünya üzerindeki ilk laiklik uygulaması Anadolu Selçuklu Devleti ile Abbasi Halifesi ilişkisinde ortaya çıkıyor, Gazi Mustafa Kemal Atatürk 1 Kasım 1922 tarihinde TBMM’de yaptığı tarihi konuşmasında bunu ortaya koymuş halde.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 1 Kasım 1922 tarihinde TBMM’de yaptığı tarihi konuşma metni: Arkadaşlar! İstanbul’da yasaya aykırı bir sıfatı takınan Tevfik Paşa, önce özel ve gizli olarak ordularınızın başkumandanına, ondan sonra da onu jurnal eder yolda açık bir telgrafla yüce meclise başvuruda bulundu. Dikkat edilirse, gelen telgrafla Müslüman kamuoyunun aklı karıştırılmak isteniyor. Bu telgraftaki anlayış, bağımsızlığımızı yok etmeye çalışan düşmanlarımıza karşı kutsal davamızı savunmada hem eylem hem de hukuk alanlarında başarılar kazanan milli hükümetimizi zayıflatmak amacındandır. Anlam ve mantıktan uzak bu telgrafın içeriği, yüce meclisin varlığıyla gerçekleşen bir şekli, bir gerçeği yeniden söz konusu etmemizi gerektirdi. Yönetim biçimimizdeki gerçek, Türkiye halkının, kaderine eylemli olarak ve kendisinin el koyması; milli egemenliğini üç yıldan beri kendi elinde tutarak kutsal davasını savunuyor olmasıdır. Bu gerçeğin ortaya çıkışı, boş bir inancın ortadan kalkmasını sağladı. Bu boş inanç, yasal ve akılcı olmayan şey, bir milletin egemenlik ve saltanat haklarının bir kişide temsil edilmesine izin verilmesiydi. Bu nokta üzerinde, bütün milletin ve milletin isteğine uyan milletvekillerinden oluşan kurulunuzun doğal olarak verdiği kararı, birçok defalar, birçok arkadaşımızın çeşitli vesilelerle belirtmiş olmalarına rağmen, ben de bir arkadaşınız sıfatıyla bu kürsüden aynı şeyi tekrar edeceğim. Beni beş on dakika dinlemek iyiliğinde bulunmanızı rica ediyorum (Evet, olur sesleri). Türk ve İslam tarihi üzerinde kısa ve hızlı bir bakış: Arkadaşlar! Gerçeği açıklamak için, hep birlikte Türk ve İslam tarihi üzerinde kısa ve hızlı bir göz gezdirmeyi uygun bulur musunuz? Efendiler! Bu dünyada en az 100 milyonu aşkın nüfustan oluşan bir vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında, tarihte de derinliği vardır. Efendiler! Bu derinliği isterseniz iki ölçüyle ölçelim: Birinci ölçü birimi, tarih öncesinin ölçeğidir. Bu ölçeğe göre, Tür Milletinin atası olan Türk adındaki insan, insanların ikinci atası olan Nuh Aleyhisselamın oğlu Yafes’in oğlu olan zattır. Tarih dönemlerinin belgeleri toplamakta pek umursamaz olan ilk evrelerine biz de hoşgörü gösterelim; ama en açık, en maddi ve en kesin tarihsel kanıtlara dayanarak diyebiliriz ki, Türkler 15 yüzyıl önce Asya’nın göbeğinde büyük devletler kurmuş ve insanlığın her türlü yeteneğinin göründüğü bir öğedir. Elçilerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın elçilerini kabul eden bu Türk Devleti, atalarımız olan nin kurduğu bir devletti. Efendiler! Yine biliniyor ki, dünya yüzünde 10 milyonluk bir Arap kitlesi vardır ve bunların Asyalı bir kısmı, Arap Yarımadası’nda yoğun olarak bulunmaktadır. Allah’ın kendisine nebilik (Kitap getirmeyip, kendisinden önceki peygamberin şeriatını sürdüren peygamber) ve resullük (Yeni bir kutsal kitapla yeni bir şeriat getiren peygamber) verdiği, evrenin övüncü olan peygamber efendimiz, bu Arap kitlesi içinde Mekke’de dünyaya gelmiş kutsal bir varlıktı. Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür; tanrısal göreneklere bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki dönemde incelenebilir: • İlk dönem, insanlığın çocukluk ve gençlik dönemidir. • İkinci dönem, insanlığın erginlik ve olgunluk dönemidir. İnsanlık, birinci dönemde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi, yakından ve maddi araçlarla kendisiyle ilgilenilmeyi gerektirir. Allah, kulları gereken mükemmelliğe ve olgunluğa ulaşana kadar, içlerinden (seçtiği) aracı kimselerle dahi kullarıyla ilgilenmeyi, ilahlığın bir gereği olarak görmüştür. Onlara Hazret-i Adem Aleyhisselam’dan beriye, tarihin yazdığı ve yazmadığı sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve resuller göndermiştir. Ama peygamberimiz aracılığıyla en son din ve uygarlık gerçeklerini verdikten sonra, artık insanlıkla aracıları yoluyla ilişkide bulunma gereği duymamıştır. Anlığı kavrayış, aydınlanma ve yetkinleşme derecesi bakımından, her kulun doğrudan doğruya tanrısal esinle ilişki kurabilme yeteneğine ulaştığını kabul buyurmuştur. Bundan dolayıdır ki, Cenab-ı Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en mükemmel kitaptır. Son peygamber olan Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi vesselem, 1394 yıl önce Rumi nisan ayı içinde ve hicri rebiülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, sabah doğru, tan yeri ağarırken doğdu. Gün doğmadan! Bu gün o gündür. Gerçekten Arap tarihlerinde bu akşam, doğum gününün tam yıl dönümüne rastlıyor. İnşallah bu hayırlı rastlantıdır (İnşallah sesleri). Hazret-i Muhammed çocukluk ve gençlik günlerini geçirdi; ama henüz peygamber olmadı.Yüzü nurlu, olgunlukta ve görüşte eşsiz, sözüne bağlı, yumuşak huylu, cömertlikte başkalarından üstün olan Muhammed Mustafa, önce bu özel ve seçkin nitelikleriyle, kabilesi içinde “Muhammedü’l-emin (Güvenilir Muhammed)” oldu. Muhammed Mustafa, peygamber olmadan önce, kavminin sevgisini, saygısını, güvenini kazandı. Ondan sonra, ancak 40 yaşında nebilik ve 43 yaşında resullük geldi. Hz. Ebubekir (632-634)’in İlk Halife Seçilmesi: Evrenin övüncü efendimiz, bir çok tehlikeler ve sıkıntılar karşısında yirmi yıl çalıştı ve peygamber olarak İslam dinini kurma görevini başardıktan sonra, yüce Allah’a kavuştu. Onun aydınlattığı bütün Müslümanlar, ve özellikle ashab-ı güzin (seçkin arkadaşları) bir çok göz yaşı döktüler. Ancak, insanlığın gereği olan bu üzüntülerin yararsız olduğunu hemen kavrayan akıllı insanlar, peygamberin arkasından ağlamak değil, ümmetin işlerini kolaylaştırmak için gerekli tedbirleri alma düşüncesiyle toplandılar, peygambere halife olacak bir emir seçimi söz konusu edildi. Hz. Ebubekir (632-634)’den (Hz.Muhammed’den sonra seçilen ilk halife kişi olarak çok hoşlanırdı ve son günlerini yaşarken, Hz. Ebubekir’in kendisinin halife olmasının uygun olacağını çeşitli yollarla işaret dahi buyurmuşlardı. Buna göre toplanıp resmi bir seçim yapmaktan başka bir iş kalmamış olduğu düşünülebilirdi. Oysa bu seçim, o kadar basit olmadı. Tersine, bu sorun çok görüşmelere, tartışmalara ve köklü ayrılıklara yol açtı. Seçimde önemli olarak üç görüş ortaya çıktı. • Bu görüşlerden biri, halifelik (Bir makam sahibinden sonra o makama geçme) makamına uygun olmak, ümmetin işlerini görebilmek için gereken gücün ve yeterliğin kural olarak alınmasıydı. Buna göre, halifelik makamı, en güçlü, en etkili ve en olgun kavmin olacaktı. Bu görüş sahabenin (Sağlığında peygamberi görmüş, onun yakınında bulunmuş kimseler) çoğunun görüşüydü . • İkinci görüş, o güne kadar İslam’a hizmet eden kavmin halifeliği hak ettiğinin kabul edilmesiydi. Bu, ensarın ((Hz.Muhammed Medine’ye göç ettiğinde, İslam Dinini kabul eden ve ona yardım edip koruyanlar) görüşü idi. • Üçüncü görüşse, peygambere yakınlık derecesiydi. Bu da Haşimiler (Hz.Muhammed’in kabilesi ve soyu)’in görüşü idi. Oy birliği ile bu üç görüşten birini tercih etmek ve seçimi sonuçlandırmak mümkün olmadı. En sonunda karışıklığın ve dağınıklığın önlenmesi gerektiğine inanan Hz.Ömer’in etkisiyle Hz. Ebubekir’e biat olundu (Yönetici olarak egemenliği tanındı). Görülüyor ki ilk halifenin seçiminde halkın eğiliminden çok kişisel karar yöntemi etkili olmuştur. Efendiler! Bu muhalefetin yersiz olduğunu sanmayalım; gerçekten halifelik, Müslüman milletince en büyük bir iştir. Çünkü efendiler, peygamberin halifeliği, Müslümanlar arasında bağ olan bir emirlik (Devlet başkanlığı)’tir ve Müslümanların, Allah’ın birliğine dayanarak toplanmalarını sağlayan bir emirliktir. Emirlik, işte Cenab-ı Hakk’ın bir sır ve hikmetidir ki, kurulması her zaman kuvvet şartına bağlıdır. Ondan asıl amaç, bozgunculuğun ortadan kaldırılması ve ülkedeki güvenliğin korunması, işlerin düzenlenmesi ve kamu işlerinin yolunda yürütülmesidir. Bu da ancak kuvvetli olma şartına bağlıdır; adetullah (Allah’ın doğadaki canlı cansız bütün varlıkların nasıl davranacaklarını belirleyen buyrukları ve düzeni) bu böyle olagelmiştir. Buna göre, yukarıda açıkladığımız üç farklı görüşten birincisinin, ki kuvveti ve etkisi olan kavmin milletin halifesi olması noktasıydı, öteki görüşlere tercih edilmesi ve üstün olması doğaldır ve Hz. Ebubekir’in böyle bir etkiyle halifelik makamına geçmesi, doğru oldu. İşte böylece, zaman-ı saadetten (mutluluk dönemi, Hz.Muhammed’in yaşadığı ve devletin başında olduğu dönem) sonra halife unvanıyla bir İslam emirliği kuruldu. Ama efendiler, peygamberin ölümüyle, hemen her yerde Müslümanlıktan dönüş başladı, gericilik başladı, ayaklanma başladı. Hz. Ebubekir bunları önledi; duruma egemen oldu. Bir yandan da, İslam ülkesinin sınırlarını genişletmeye girişti. Hz. Ebubekir hayatının sonlarına yaklaşınca, kendisinin seçilmesinde yaşanan zorlukları hatırladı ve Hz. Ömer’i vasiyetle kendisi seçti . Hz. Ömer’in Halife Seçilmesi: Hz. Ömer’in halifeliği zamanında İslam toprakları olağanüstü denecek derecede hızla genişledi, servet çoğaldı. Oysa bir milletin içinde servet ve bolluğun artması, halk arasında dünyasal amaçların ortaya çıkmasına ve bunun da, ayaklanma ve bozgunculuğun doğmasına yol açması, bu bozgunculuk ve kötülük dünyasının olağan durumlarındandır. İşte bu nokta, Hz. Ömer’in zihnini rahatsız ediyordu. Bir de Hz. Ömer hatırlıyordu ki, Resül-ü Ekrem, sırlarını bilen en güvenilir dostlarına şunu demişti: “Ümmetim, düşmanlarını yenecek. Mekke, Yemen, Kudüs ve Şam’ı fethedecek; Kisra (İran imparatoru) ve Kayser (Bizans imparatoru)’in hazinelerini bölüşecektir; ama ondan sonra aralarında arabozuculuklar, ayaklanmalar ve kibirlilikler ortaya çıkarak, kendisinden önceki krallarının yolundan gideceklerdir.” Hz. Ömer bir gün Huzeyfetu’l-yemani (r.a) hazretlerine, deniz gibi dalgalanacak karışıklığı sorduğu zaman aldığı cevapta, “Senin için ondan bir kötülük yok; senin zamanınla onun arasında kapalı bir kapı vardır.” dedi. Hz. Ömer sordu: “Bu kapı kırılacak mı yoksa açılacak mı?” Huzeyfe, “Kırılacak.” dedi. Hz.Ömer: “Öyleyse artık kapanmaz.” dedi ve belli etti. Gerçekten, kapının kırılması kaçınılmazdı; çünkü İslam ülkesi genişlemişti, iş çoğalmıştı. Bu emirlik ve yönetim biçimiyle her yerde adaletin uygulanması zorlaşmıştı. Hz.Ömer bunu anlıyor, sıkılıyor ve Allah’ına yalvararak diyordu ki: “Ya Rab, ruhumu al!” Hz.Ömer bir gün ağlarken sebebi soruldu. “Nasıl ağlamayayım ki, Fırat kıyısında bir oğlak kaybolsa, korkarım ki Ömer’den sorulur!” diye cevap verdi. Evet, Hz.Ömer artık halifelik unvanı altındaki emirlik yönetiminin, bir devlet yönetimine yeterli olmadığını, bir kişinin kendi erdeminde, kendi gücünde ve hatta kendi yüceliğinde olsa dahi, bir devletin yönetimi için yeterli olmadığını bütün anlamıyla kavramıştı. Hatta bu kaygıylaydı ki, Hz.Ömer kendisinden sonra artık bir halife düşünemez oldu. Kendisine oğlunu salık verdikleri zaman, “Bir evden bir kurban yetişir!” dedi. Abdurrahman Bin Avf’ı çağırdı: “Ben seni veliaht etmek istiyorum.” dedi. O da, “Bana kabul et der ve böyle öğüt verir misin?” deyince, Hz.Ömer, “Veremem!” dedi. Abdurrahman, “Vallahi ben de ölene kadar bu işe girmem.” dedi. En sonunda Hz.Ömer, en akılcı noktaya değindi; emirlik, devlet ve millet işini danışma kuruluna bıraktı.Hz.Ömer’den sonra, danışma kurulu ve bütün halk, mescidi tıka basa doldurdu ve orada bazı dikkate değer uygulamalardan sonra, ümmetin yönetimini seçtikleri halifeye verdiler. Hz. Osman’ın Halife Seçilmesi: Hz.Osman halife oldu ama; kırılmak zorunda olan kapı, artık kırılmıştı. İslam ülkesinin her yerinde bin türlü dedikodu ve hoşnutsuzluk başladı. Zavallı Osman, güçsüz ve zayıf bir duruma düştü. O kadar ki, Şam valisi Muaviye, onun hayatını korumak için yanına çağırdı. Buna razı olamayan Hz.Osman’a vilayetten kendisini koruması için asker göndermeyi teklif etti. Bunların hiçbirine gerek kalmadı. Her yerde ayaklanan türlü bölgelerin halkları Medine’de, evinin içinde, Hz.Osman’ı kuşatma altına aldı ve saygıdeğer eşinin yanında şehit etti. Birçok gürültülü ve kanlı olaylardan sonra, Hz.Ali kerremullahü-vechehu (Ali, hiç putlara tapmadığı, yalnızca İslam’ın Allah’ına secde ettiği için onun adı anılınca bu sözler söylenir.) halifelik makamına getirildi. Tekrar edelim ki kapı kırılmıştı. Aynı ırktan olmakla birlikte, Irak başka bir şey, Yemen başka bir şey, Suriye başka bir şey ve Hicaz’da başka bir şey idi. Sıffin Savaşı: Hicaz’da bir halife, Suriye’de kuvvete dayanan bir valiyle Sıffin’de karşı karşıya gelmek zorunda kaldı. Muaviye, Hz.Ali’nin (Kerremullahü-vechehu) halifeliğini tanımıyor ve tam tersine, O’nu Osman’ın kanını akıtmakla suçluyordu. Görevi İslam aleminde Kur’an’ın hükümlerinin uygulanmasını sağlamak olan halife, mızraklarına kutsal kitabın yaprakları geçirilmiş Emevi ordusunun karşısında savaşmayı kesmek zorunda kaldı. Taraflar, zorunlu olarak hakemlerinin vereceği karara uymaya söz verdi. Muaviye’nin temsilcisi Amr İbnü’l-As ile Hz.Ali’nin temsilcisi Ebumusel Eş’ari hakemlik sözleşmesini düzenlemek için karşı karşıya geldikleri zaman, Hz.Ali oradaydı. “Emirü’l-mü’minin (Mü’minlerin emiri)” Ali ile, Muaviye arasında hakem belgesidir.” yazılan cümleye, hemen Muaviye’nin temsilcisi itiraz etti. Ve dedi ki: “O “Emirü’l-mü’minin (Mü’minlerin emiri) sözünü oradan kaldır. Sen yalnız emrinde bulunanların emiri olabilirsin. Şam halkının emiri değilsin.” Hz.Ali, adının başındaki sıfatın kaldırılmasına razı oldu. Bundan sonra, iki tarafın temsilcilerinin birbirine karşı kullandığı adi aldatmacayı herkes bilir. Bunda başarılı olan Amr İbnü’l-As, Muaviye’ye halifeliği müjdeledi. Öte yandan Hz.Ali de hakemlerin yargısına uyacağına söz verdiği halde, biraz kararsızlıktan sonra halifelik görevini sürdürmeye devam etti. Görülüyor ki, Resulullah’ın ölümünden 25 yıl kadar kısa bir zaman sonra, İslam alemi içinde, İslam’ın en büyük kimselerinden ikisi, karşı karşıya gelip halifeliklerini ileri sürerek, arkalarından sürükledikleri aynı din ve aynı ırktan insanları kanlar içinde bırakmakta sakınca görmediler. En sonunda aldatmacasında başarılı olan, saf ve temiz olanı yendi, çoluk çocuğunu yok etti ve böylece halifelik unvanı altında İslam emirliğini, yine halifelik unvanı altında İslam saltanatına döndürdü. Emevi saltanatı, büyük istilalar yapmakla birlikte, baştanh sona kadar kanlı ve acıklı olaylarla ancak doksan yılı doldurabilmiş ve hicretin 132’nci yılında, Arap milleti, Emevi saltanatını başlarından atmış; yerine başka adla bir devlet kurmuştur. Bu devlete Abbasi devleti ve devletin başında bulunan insanlara da halife derlerdi. Merkezi Irak’ta bulunan Abbasi Halifeliği’nin varlığına rağmen, Endülüs’te dahi “Halife-i Resulullah (Peygamberin halifesi)” ve “Emirü’l-mü’minin (Mü’minlerin emiri)” unvanlarıyla yüzyıllarca saltanat sürmüş hükümdarlar vardı. Orta Asya’daki Türkler ve İslam Dini: Konuşmama giriş olarak açıklamıştım ki, bundan 1500 yıl önce, yani hicretten iki buçuk yıl önce, Orta Asya’da pek büyük bir Türkiye vardı. İslam’dan önce var olan bu devletlerin sahibi Türkler, bundan 1000 yıl önce İslam’ı kabul ettiler. Önce doğuya doğru sınırlarını genişleterek Çin sınırına kadar egemen oldular. Abbasi halifeliği zamanında bu kahramanlıkları, soylulukları ve yiğitlikleriyle ünlenen Türkler, asker olarak Suriye’ye, Irak’a kadar geldiler. Abbasi Halifelerinin yönetiminde bulunan bu yerlere egemen oldular. En yüksek yönetim ve kumanda makamına kadar yükseldiler. Hicri IV. yüzyıldaydı (Miladi X.yy) ki, Selçuk Hükümeti adı altında görkemli bir Türk devleti kuruldu. Bu devletin adı altında etkinleşen Türkler, bir yandan Kafkasya’ya, öte yandan güneye, İran’a, Irak’a ve Suriye’ye, batıda Anadolu’ya egemen oldu.
Bağdat’ta oturan Abbasi halifeleri, bu büyük Türk devletinin egemenliğine girmişti. Gerçekten bu Türk devleti, V.yüzyılın ortalarında Maveraü’nnehir (Seyhun ve Ceyhun ırmaklarının havzalarının bulunduğu yörenin adı) ve Harzem’i, Şam ve Mısır’ı ve Anadolu’nun çoğunu ve bir çok ülkeyi ele geçirerek sınırlarını Kaşgar’dan ve Seyhun ırmağından Akdeniz ve Kızıldeniz’e ve Umman Denizine kadar genişletti ve Bağdat’ta bulunan Abbasi halifelerini yönetimi altına aldı. Bağdat’ta aynı merkezde, Melikşah adında Türk egemenliğini temsil eden bir kişiyle halife sanını taşıyan Muktedi-billah yan yana oturdular ve akraba oldular. Bu durumu biraz incelemek isterim. Türk hakanı, ki büyük bir Türk devletinin egemenlik ve saltanatını temsil ediyor, yanında bir halifelik makamının ayrıca bulunmasında bir sakınca görmüyor. Böyle bir sakınca görseydi, yönetimi altına aldığı makamı ortadan kaldırıp, o makamla ilgili sıfat ve yetkileri kendi makamında toplayabilirdi. Hazret-i Selim (I.Selim, Yavuz Sultan Selim)’in yaklaşık 500 yıl sonra yaptığını, eğer isteseydi, Melikşah daha o zaman Bağdat’ta yapmış olurdu. Kendisinin belki yalnız düşündüğü bir şey var idiyse, o da Türkiye Selçuk Devleti’ne daha bağlı ve hilafet makamına daha layık başka birinin, Halife Muktedibillah’a halife olmasını sağlamaktı. Gerçekten Muktedibillah’ın veliaht olan oğlunu değil, onun yerine kendi torununu geçirmek için halifeyi baskı altına aldı. Melikşah ölmeseydi bu böyle olacaktı. Şimdi efendiler, halifelik makamını koruyarak, onun yanında milli egemenlik ve saltanat makamını, ki Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM)’dir, elbet de yan yana durur ve elbette Melikşah’ın makamı karşısında güçsüz ve zayıf bir makam sahibi olmaktan daha yüce durumda bulunur; çünkü, bugünkü Türkiye Devleti’ni temsil eden, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Çünkü, bütün Türkiye halkı, bütün gücüyle o halifelik makamının dayandığı yer olmayı, doğrudan doğruya yalnız vicdan ve din görevi olarak güvence verip üstleniyor. Tarih konusunda düşünceler dizisi üzerinde bir kaç adımı daha birlikte atalım: Bu adımlarımız bizi, bugünkü yönetim biçimimizin ne kadar doğal, ne kadar zorunlu; Türkiye ve bütün İslam alemi için ne kadar yararlı olduğu sonucuna ulaştıracaktır. Efendiler! Orta Asya’da devlet üstüne devlet kurmuş olan Türkler, daha batıda, İran Selçukluları ve Anadolu’da da Anadolu Selçukluları adı altında pek büyük ve gelişmiş devletler kurmuşlardır. Konya’da hükümet merkezlerini kurmuş olan Anadolu Selçukluları, bildiğiniz üzere 1308 yılına kadar varlıklarını sürdürüyorlar. Bu İslam Türk Devletleri, eylemlerini sürdürürken, Cengiz Han(1155-1227) (Türk-Moğol Hükümdarı) adındaki cihangir (dünyayı fetheden), Karakurum’dan çıkarak, 1227 yılında sınırlarını Çin Denizine, Baltık Denizine, Karadeniz’e kadar genişletiyor. Cengiz’in torunu Hülagü idi ki, hicri 656 yılında (miladi 1258) Bağdat’ı ele geçirerek Abbasi halifesi Mu’tasım’ı idam ediyor ve böylece dünya yüzünde halifeliğe son veriyor. Peygamberin ölümünden sonra birinci halife Ebubekir, ne dünyayı istemiş, ne dünya ona yönelmişti. İkinci halife Hz.Ömer, toplumsal hayattaki dalgalanmaların durdurulamayacağı gerçeğini, hayatında pekiyi anlayarak, ruhsal acılar içinde öldü. Hz.Osman’a gelince, yazgının gereği önlenemez saldırılar içinde kanını kitabu’l-lah’a (Kur’ana. Halife Osman, evinde Kur’an okurken öldürülmüştür.) akıtarak dünyadan ayrıldı. Hz.Ali, halifeliğini kabul ettirememe ve peygamberin soyunun haklarını koruyamama mutsuzluğuyla gözyaşı döktü. Emeviler, 90 yıldan çok, halifeliği koruyamadılar. En sonunda halifeliği, Bağdat surlarıyla sınırlamak zorunda kalan Abbasi halifelerinin sonuncusu Mu’tasım’ı çoluk çocuğuyla ve 800 000 kişilik Bağdat halkıyla birlikte, Hülagu’ya kurban verdiler. Abbasi halifelerinin zayıflıklarını görmekle, “Halife-i Resüllullah” ve “Emirü’l-mü’minin” ünvanlarını almış olan ve halifeliklerinin egemenliği Elhamra sarayının kapısından çıkmamaya mahkum kalan Endülüs’teki halifelerin de hicri V. yüzyılın başlarındaki acıklı sonu bilinmektedir. Bağdat’taki Hülagu’nun yol açtığı önemli olaylar sonucunda, yeryüzü üzerinde halife ve halifelik makamı ortadan kaldırılıp yok ediliyor. Bundan üç yıl sonra, yani hicri 659 tarihinde (miladi 1261) idi ki, Abbasi halifelerinin soyundan El-Musıtansıribillah adında bir kişi, Hülagu’dan kurtulup Mısır hükümetine sığındı. Ve bu kişi, Mısır Meliki tarafından halife tanındı. Bundan sonra,on yedi kişi halife ünvanını taşıyarak, ama hiç bir yetkisi, hiç bir etkisi ve egemenliği olmayarak, doğrudan doğruya Mısır hükümetinin korumasında birbiri ardınca hayatlarını sürdürmüşlerdir. Selçuklu Devleti’nin yönetiminde genel karışıklık çıkması üzerine, Türkler, hicri 699 tarihinde (miladi 1300) Selçuk Devleti yerine Osmanlı Devleti’ni kurdular. Bu devletin ulularından Yavuz Hazretleri, hicri 942 tarihinde (miladi 1517) Mısır’ı ele geçirdiği zaman, orada idam ettiği Mısır hükümdarlarından başka, unvanı halife olan bir kişi buldu. Halife sıfatının böyle güçsüz bir kimse tarafından kullanılmasının, İslam alemi için ayıp olduğuna şüphe etmediğinden, o sıfatı Türkiye Devleti’nin gücüne dayandırarak yeniden canlandırmak üzere aldı. Efendiler! Osmanlı Devleti, ki 1300’de kurulmuştu, halifeliği aldığı 1517 tarihinden ancak 50 yıl sonrasına kadar dünya tarihinde yükseliş devri denen, sürekli ve büyük başarılarla dolu olan, yaklaşık bir 300 yıllık bir dönem yaşadı. Ondan sonra…ondan sonra efendiler, çöküş, çöküş başlıyor. Efendiler! Çöküş döneminin her evresi, Türkiye Devleti’nin sınırlarını biraz daha darlaştırıyor. ‘nin maddi ve manevi güçlerini biraz fazla azaltıyor; devletin bağımsızlığını yaralıyor; milletin toprak, servet, egemenlik ve onuru çok büyük bir hızla yok oluyor. Sonunda, Osmanlı’nın 36’ncı ve sonuncu padişahı Vahdeddin’in döneminde, en derin tutsaklık çukurunun önüne getiriliyor. Binlerce yıldan beri bağımsızlık kavramının soylu bir simgesi olan , bir tekmeyle bu çukurun içine yuvarlanmak isteniyor. Ama bu tekmeyi vurdurmak için bir hain, bilinçsiz, kavrayışsız bir hain gerekiyordu. Nasıl ki, yasal olarak idamı gerekenlerin bile ipini çekmek için yüreği ve vicdanı insanlıktan arınmış bir yaratık aranır, idam hükmünü verenlerin böyle alçak bir aracıya ihtiyaçları vardır; o kim olabilirdi? Türkiye Devleti’nin bağımsızlığına son veren, Türkiye halkının hayatını, namusunu, onurunu yok eden; Türkiye’nin idam kararını, ayağa kalkarak bütün benliğiyle (endamıyla) kabul etme eğiliminde kim olabilir (“Vahdeddin, Vahdeddin!” sesleri, gürültüler…)? Paşa Hazretleri (devamla): Ne yazık ki, bu milletin hükümdar diye, padişah diye, halife diye başında bulundurduğu Vahdeddin…(“Allah kahretsin!” sözleri) Vahdeddin bu alçak hareketiyle, yalnız kendisinin layık olduğu bir işlemi kabul etmiş olmaktan başka hiç bir şey yapmış olmadı. Vahdeddin bu hareketle, kendisini öldürdü ve temsil ettiği yönetim biçiminin ortadan kaldırılmasını zorunlu kıldı. Ama efendiler, millet hiç bir zaman bu haince hareketin kurbanı olmaya razı olamazdı; çünkü millet, düşünce bakımından, başında bulunanların hareketinin niteliğini kolaylıkla kavrayabilecek erginlik ve yetenekteydi. Millet, tarihin açıklığından, yüzyıllardan beri uğradığı felaketlerin sebeplerini bir anda kısaca görebilecek duyarlık ve uyanıklıktaydı. Millet, kişilerin saltanat, baskı ve yayılma hırslarından başlayarak, çıkarının ve rahatının sağlanması, eğlence düşkünlüğünün ve rezilliğin yayılması, savurganlığın aşırı artması, amaçları için aracı ve güç kullanmak yüzünden kendi benliğini unutacak kadar düştüğü aymazlıkların acıklı sonucunu hemen anlayabilecek erginlik ve olgunluktaydı. Artık milletin en akılcı, en yasal ve en insani yetkisini kullanma zamanının geldiğine tereddüt kalmamıştı. Dünya tarihinde bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman Devleti kuran ve bunların hepsini olaylarla sınayan , bu defa doğrudan doğruya kendi adı ve sıfatında bir devlet kurarak, bütün felaketlerin karşısında, sahip olduğu yetenek ve güçle konumunu aldı (Şiddetli alkışlar). Millet, kaderini doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve egemenliğini bir kişide değil, bütün bireylerince seçilmiş vekillerden oluşan yüce bir mecliste temsil etti. İşte o meclis, yüce meclisinizdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Ve bu egemenlik makamının hükümetine, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti derler. Bundan başka bir saltanat makamı, bundan başka bir hükümet kurulu yoktur ve olamaz. Kendisine halifelik kimliği veren bu kişisel makam yıkılınca, halifelik makamı ne olacak sorusu akla gelir! Efendiler! Abbasi halifeleri döneminde, Bağdat’ta ve ondan sonra Mısır’da halifelik makamının yüzyıllarca saltanat makamıyla yan yana, ama ayrı ayrı bulunduğunu gördük. Bu gün de, saltanat ve egemenlik makamıyla halifelik makamının yan yana bulunabilmesi, en olağan durumlardandır. Şu farkla ki, Bağdat’ta ve Mısır’ın saltanat makamında bir kişi oturuyordu; Türkiye’de o makamda, asıl olan milletin kendisi oturuyor. Halifelik makamında dahi, Bağdat ve Mısır’da olduğu gibi güçsüz ya da sığınmacı ve yetkisiz bir kimse değil, dayanağı Türkiye devleti olan bir kimse oturacaktır. Böylece, bir yandan Türkiye halkı çağdaş bir devlet olarak her gün daha sağlamlaşacak, her gün daha mutlu ve refahlı olacak, her gün daha çok insanlığını ve benliğini anlayacak kişilerin ihanetine uğrama tehlikesiyle karşılaşmayacak; öte yandan halifelik makamında da, bütün İslam dünyasının ruhunun, vicdanının ve imanının bağlantı noktası olarak İslam yüreklerinde açıklık ve esenlik yaratacak bir yücelik ve saygınlık ortaya çıkacaktır. Efendiler! Türkiye Devleti’nin, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun hükümetinin, millet ve ülke için ne kadar güçlülük, bolluk, kurtuluş ve mutluluk sözü verdiğini açıklamaya gerek görmem. Üç yıllık deneyim ve bunun verimleri, yeterli bir düşünce ve kanı verebilir inancındayım. Bundan sonra, halifelik makamının dahi Türkiye Devleti için ve bütün İslam dünyası için ne kadar mutluluk verici olacağını da, gelecek, bütün açıklığıyla gösterecektir (“İnşallah!” sesleri). Türk ve İslam Türkiye Devleti, iki mutluluğun görünüp ortaya çıkmasının kaynağı olmakla, dünyanın en talihli bir devleti olacaktır. (“İnşallah!” sesleri). Bu sözlerime ve açıklamalarıma son vermek için kurulunuza şunu söyleyeyim ki, bütün arkadaşlarımın söz konusu olan konunun temelinde, tamamıyla birlik ve dayanışma içinde olduğunu büyük bir inançla görüyorum. Bu durum, milletimizin gerçekten teşekkürüne neden olacak bir durumdur. Yüce kurulunuzun sonsuz takdirlerini ve kutlamalarını gerektiren bir hakkıdır. Biraz önce ayrıntılı bir önerge okunmuştu. Şimdi, okunan bir iki önerge daha var. Her üçünün içeriği, dediğim gibi, temel noktalarda birdir. Bundan dolayı yapılacak şey, bu üçünü daha açık ve daha güzel bir anlatımla yazmak ve kurulunuzun kesin kararına bağlayarak bir an önce ülkeye duyurmak ve bu sayede bütün düşmanlarımızın bize karşı aldığı tedbirlere engel olmaktır (Şiddetli alkışlar). Kaynak:
KONU İLE İLGİLİ MAKALE: Mustafa Kemal Paşa’nın Hilafet Hakkındaki Görüşleri: Karşılaştırmalı Bir İnceleme http://www.islamtarihi.net/2017/07/mustafa-kemal-pasann-hilafet-hakkndaki.html |
688 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |