Hikmet Çetinkaya'nın Tarikatlar Üzerine Yazı Dizisi - Dağlara Kamplar Kuruldu - Nurcular - Süleymancılar
Yıl, 1999 24 Yıllık Hikâye (Fethullah Gülen) Hikmet Çetinkaya (Cumhuriyet Gazetesi yazı dizisi - 22.06.99-04.07.1999)
Dağlara Kamplar Kuruldu Adalet Partili Milli Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem'in ilçesi Kemalpaşa dolaylarında, gözden ırak yerlerde eğitim kampları kurulduğunu öğrenmiştik. Balıkesir'in Edremit ilçesine bağlı Sütüren, Kemalpaşa’nın Ören ve Yiğitler ile Manisa'nın Turgutlu ilçesinin Ahmetli bucağında kurulmuştu bu kamplar. Günlerden 1 Temmuz 1975 Salı... Saat 12.30... Anılarımızdan hiç çıkmayacak bir görünüm. İlahiler gittikçe yükseliyor... Tekbir getiriliyordu. Ören kampına beş kilometrelik yol yapımında Turgutlu Belediyesi'nin dozerleri kullanılmış. İçişleri Bakanlığı'ndan bir müfettiş, Turgutlu'da bu konuyu kovuşturmuş. Ancak sonuç alınamamış... Bir gün önce özel şekil verdiğimiz sakallarımız belki güven vermişti ona o küçücük aklıyla... Gözleri olanca saflığın çizgisiydi ve kimse duymasın diye bir solukta ''Risale-i Nur'' dedi... Yerimizden doğrulduk yavaşça. Çocuk arkasını döndü ve yaşı daha küçük olanının yanına doğru yürüdü. Az sonra ikisi birden ilahiler söylemeye başladılar. Fethullah Gülen... Biz 24 yıllık öyküyü anlatmadan önce, 30 yıl öncesine gitmek istiyoruz... Din bezirganlarının nasıl örgütlendiğini belgelerle ortaya koymayı amaçlıyoruz... Fethullahçılar nasıl örgütlendi? İsterseniz, ''Nur Kampları''ndan başlayalım; 1970 yılının ortalarına bir göz atalım... * Kemalpaşa dağlarına vuruyorduk bir öğle sıcağında... Adalet Partili Milli Eğitim Bakanı Ali Naili Erdem' in ilçesi Kemalpaşa dolaylarında, gözden ırak yerlerde eğitim kampları kurulduğunu öğrenmiştik. Balıkesir'in Edremit ilçesine bağlı Sütüren, Kemalpaşa'nın Ören ve Yiğitler ile Manisa'nın Turgutlu ilçesinin Ahmetli bucağında kurulmuştu bu kamplar. Anadolu'nun çeşitli yerlerinden yaşları on iki ve on beş arasında değişen bu çocuklar bu kamplarda eğitim (!) görüyorlardı. Acaba gördükleri ne eğitimiydi? Saptadığımıza göre eğitim kampları adı altında ''Nur eğitimi'' yaptırılıyordu. Anadolu'nun çeşitli il, ilçe, bucak ve köylerinden gönderilen bu çocuklara, üç ay süreceğini saptadığımız bu kamplarda, sabah kahvaltısı, öğle ve akşam yemekleri veriliyordu. Çocukların haftada bir gün ise tatilleri vardı. Evet, haftada bir gün, sadece cuma günleri... Sıcak yine bastırmıştı. Kemalpaşa'nın Ören bucağının değirmen çevresinden kampa doğru yaklaşıyorduk. Kayalık ve çalılarla kaplı, yer yer fundalıklı yamaçlardan yürüyorduk. İki yüz metre aşağımızda dere vardı. Çınar ağaçlarıyla çevrili dere uzayıp gidiyordu. Bize kampı gösterecek olan kişi ''Az sonra çadırları göreceksiniz'' diyordu. Bizim istediğimiz gibi fotoğraf çekme olanağı yoktu şimdilik ortada. Bir süre daha yürüdük. Artık kamp görünmüştü. Çınar Ağaçlarının arasındaydı. Kampın sadece giriş bölümüyle yarısı görülüyordu. Tahtadan bir konut iskelesi yapılmış ve üzeri naylon ile örtülmüştü. Önce mavi gömlekli ve takkeli bir çocuk dışarıya çıktı. Biz yukarıdaydık. Kampla aramızda iki yüz metre uzaklık vardı. Sağ tarafımızda ise bir kulübe görülüyordu. Mavi gömlekli çocuk elinde ibrikle çınar Ağaçlarının arasında kayboldu. Bir süre olduğumuz yerde kaldık. Sonra aşağıya inmeye karar verdik. Fotoğraf makinemizi ve teleleri torbamıza koyduk. Şimdi dere boyunda yürüyorduk... Ağaçların altında iki çocuk göründü. Birisi on iki yaşlarında, diğeri on altısındaydı sanırım... Bizim geldiğimizi görünce büyük olanı elinde kitabıyla bize doğru yürümeye başladı. Biz ''Selamünaleyküm'' deyip irice bir taşın üzerine oturduk. Takkeli, çizgili gömlekli çocuk, on metre kadar yaklaştı ve bize ''Aleykümselam'' diye karşılık verdi. Sorduk: ''Ne yapıyorsunuz burada?'' ''Kitap okuyoruz...'' ''Çok güzel... Adı ne okuduğunuz kitabın?'' Çocuk birdenbire öfkelendi... ''Siz kimsiniz?'' ''Biz madenciyiz, maden arıyoruz. Şurada biraz dinlenelim dedik.'' ''Fazla kalmayın burada. İleriye gitmeyin sonra.'' ''Ne var ileride?'' ''Bizim kampımız var...'' ''Ne kampı o?'' ''Din kampı...'' ''Aferin... Çok güzel...'' Bu sözler üzerine yumuşadı çocuk. Daha fazla ileriye gitmememiz için ikinci kez uyardı. Az daha konuşmak istiyorduk. Hemen aklıma geldi ve sordum: ''Bu su derin mi?'' ''İnsan boyunu geçmiyor...'' ''Dereye giriyor musunuz?'' ''Giriyoruz.'' ''Hangi günler?'' ''Cuma günleri tatil. Dereye giriyoruz. Çay içmeye gidiyoruz. Ören'e kahveye...'' ''Diğer günler çalışıyor musunuz?'' ''Çalışıyoruz...'' ''Okuduğun kitabın adını söylemedin bize.'' Kitabı sıkı sıkı tuttu ve bize biraz daha yaklaştı. Kampın girişine üç yüz metre kadar kalmıştı. Kitap kaplıydı... Bir gün önce özel şekil verdiğimiz sakallarımız belki güven vermişti ona o küçücük aklıyla... Gözleri olanca saflığının çizgisiydi ve kimse duymasın diye bir solukta ''Risale-i Nur'' dedi... Yerimizden doğrulduk yavaşça. Çocuk arkasını döndü ve yaşı daha küçük olanının yanına doğru yürüdü. Az sonra ikisi birden ilahiler söylemeye başladılar. Çalıların arkasından yüz metre kadar öteden teleyle resimledik ikisini... Fundalıklar arasında zor tırmanıyorduk. Şimdi, kampı tam olarak seçiyorduk. Bizim oralarda dolaştığımızı sezinlediler. Ya da nöbetçiler haber saldılar. Köyü yeşil çınar ağaçlarının altında beyaz takkeli çocuklar dalgalanmaya başladılar. Aralarında sakallı ve takkeli kişiler de vardı. Bizi görmüşlerdi. Çınar ağaçlarının arasında kurulmuş, dal ve yapraklarla örtülü çınarlara sindiler. Gözcülerden birisi bağırıyordu: ''Çekilin oradan, buralarda dolaşmak yasak...'' Sesinden en fazla on beş yaşlarında olduğu anlaşılıyordu. Bir köylü çocuğunun sesiydi bu... Bu kez ben bağırdım: ''Neden çekileceğiz?'' ''Yasak buralarda dolaşmak...'' ''Neden yasakmış?'' Bu kez kalın bir erkek sesi: ''Burası devletin kampı. Şimdi oraya gelirsek gösteririz size...'' Günlerden 1 Temmuz 1975 Salı... Saat 12.30... Anılarımızdan hiç çıkmayacak bir görünüm. İlahiler gittikçe yükseliyor... Tekbir getiriliyordu. Ören kampına beş kilometrelik yol yapımında Turgutlu Belediyesi'nin dozerleri kullanılmış. Turgutlu Belediye Başkanı Dr. Hüseyin Orhun 'un bu davranışını CHP'li belediye meclisi üyeleri İçişleri Bakanlığı'na duyurmuşlar. İçişleri Bakanlığı'ndan bir müfettiş, Turgutlu'da bu konuyu kovuşturmuş. Ancak şimdiye dek bir sonuç alınamamış. Ören'de kamp konusunu çok kişiyle konuştuk. Milliyetçi Cephe hükümetinin kurulmasıyla bu yörede siyasal baskı artarken, Nurcular, Süleymancılar ve komandolar istedikleri gibi at oynatmaya başlamışlar. Ören'de konuştuğumuz, ancak adlarını vermeyeceğimiz kişiler, bize Atatürk devrimlerinin nasıl alaşağı edilmek istendiğini, yurdun çeşitli yerlerinden gelen çocukların çağdışı medrese eğitimiyle beyinlerinin nasıl yıkandığını anlattılar. 'Goministlere, kafirlere ölüm...' Ören halkının ifadelerine göre kampa sıkma başlı kadınlar da geliyor. Kampların yönetimini ise tanınmış Nurculardan Fethullah Gülen yürütüyor. Kadınlar geceleri kalmıyorlar kampta. Soruyoruz Örenlilere: ''Kampa giren oldu mu içinizde hiç?'' Kampa giren yok şimdiye dek Ören halkı içinden. Salt AP'li Belediye Başkanı İbrahim Akçora girermiş. Akçora, kampı finanse eden kişiler arasında. Genç, Yüksek İslam Enstitüsü'nde okuduğunu söylüyor. Kamp hakkında bilgi veriyor. Kampın üç aylık olduğunu, on beşer gün süreceğini söylüyor. Bizim bildiğimiz kadarıyla kamplar dinlenmek için yaz tatillerinde deniz kıyılarına kurulur... Eğitim yapılacaksa gizli değil, herkese açık bir şekilde yapılır. Atatürk devrimleri öğretilir çocuklara. Doğadan söz edilir, spor yaptırılır. Sağda solda takkeli çocuklar vardı. Çoğu bizim geldiğimizi görünce takkelerini çıkarmışlardı. Şimdi beş kişiydik. Neden sonra resim çekmek için izin çıkmıştı. Ancak yüzünde bıçak yarası izi bulunan sinirli delikanlı karşı çıkıyordu fotoğraf çektirmeye. Gerekçesi ise şöyleydi: ''Siz insanları putlaştırmak istiyorsunuz...'' Evet aynen bunları söylüyordu. Diğerleri çekiniyorlardı kendisinden. Konuşuyoruz Örenlilerle... Notlarımızı olduğu gibi aktarmakta yarar var sanırız... - Bizim gördüğümüz kadarıyla iki yüz kişi vardı kampta. Sizce ne kadar? - Aşağı yukarı aynı. - Sizinle ilişkileri oluyor mu kampa gelenlerin? - Cuma günleri izinli oluyorlar. Gruplar halinde kahvelere geliyorlar. Çay içiyorlar birlikte. Hesabı, yaşlı bir kişi var, o ödüyor... - Konuşuyorlar mı sizlerle? - Hiç konuşmuyorlar? - Kampa gelen çocukların görünümü nasıl sizce? - Çoğunluğu yoksul köylü çocukları. Duyduğumuza göre kimileri Kuran kursu, kimileri ilkokul ve ortaokul öğrencileri. Aralarında lise öğrencileri de var. - İmam hatipli yok mu? - Elbet var. Ören halkının ifadelerine göre kampa sıkma başlı kadınlar da geliyor. Kampların yönetimini ise tanınmış Nurculardan Fethullah Gülen yürütüyor. Kadınlar geceleri kalmıyorlar kampta. Soruyoruz Örenlilere: ''Kampa giren oldu mu içinizde hiç?'' Kampa giren yok şimdiye dek Ören halkı içinden. Salt AP'li Belediye Başkanı İbrahim Akçora girermis. Akçora, kampı finanse eden kişiler arasında. Turgutlu'dan Hacı Osman Aykutlar ve Ali Rıza Ünlü. Aykutlar kiremit ve tuğla fabrikası sahibi. Turgutlu'da toprak işçilerinin direnişe geçtikleri fabrikalardan birisi Aykutlar'ın. Grevci işçilerin üzerine ''Gomonistler, kafirler'' diye saldıran kişi. Ali Rıza Ünlü ise çiftçi. Neler oluyor kampta? Küçük öğrencilere medrese eğitimi yaptıranlar, Ankara'dan, Konya'dan ve İstanbul'dan özel yetiştiriciler getirmişler. Ören kampından dönerken çocuklar görmüştük derede yüzen. Kılavuzumuz derede yüzenlerin köyün çocukları olduğunu söyledi ve ekledi ardından. ''Görüyorsunuz kampa köyün çocuklarını bile sokmuyorlar...'' ''Sen denemedin mi girmek için?'' ''Denedim denemesine. Geçen gün geldim, içeriye girmek istedim, sokmadılar. Bizim üniversitede okuyan arkadaşlar kampa girmek için bir kasa domates götürmüşler...'' ''Girebilmişler mi?'' ''Nerede... Sokmamışlar içeriye?..'' ''Kamptan ses geliyor mu hiç?'' ''Sürekli olarak ilahi sesleri geliyor. Kuran okuyorlar hep. Elbet ibadet yapılır. Ama bizde dere kenarlarına kamp kurularak değil. Bunlar Nur eğitimi yapıyorlar. Ellerindeki kitaplar hep Said-i Nursi'nin kitapları. Dikkat ettim, hepsi kaplı kitapların, kağıtlarla...'' ''Gördüğüm çocuğun kitabı da kaplıydı...'' ''Yasak değil mi böyle kamplar?'' ''Kamp kurulabilir. Ancak böyle dere kenarlarında gözden ırak yerlerde ilk kez görüyoruz. Nur eğitimi yapıldığına göre yasak olması gerekir.'' Aracın gidebileceği kadar güzel bir yol... Yiğitler'den yukarılara tırmanıyoruz. Kılavuzumuzun aracı önde, biz arkada ilerliyoruz. Sağımız ve solumuz çam ormanlarıyla kaplı. Kemalpaşa'nın mesire yerlerinden birisi Yiğitler köyü. Bir viraji döndükten sonra bir araç yol ortasında duruyordu. Başında üç kişi vardı. Plakasi 45 DP 475 olan pikap Turgutlu'dan ''Uyar'' firmasına aitti. Yaklaştık aracın başındakilere. Araç su kaynatmıştı. Aracın kampa gittiğini hemen anladık. İçlerinden genç olanı sordu: ''Kardeşler nereye böyle?'' Kılavuzumuz hemen yanıtladı: ''Kardeşler madenci. Bu arada arıcılık yapacaklar, yer arıyoruz. Siz kampa gidiyorsunuz sanırım?'' ''Kampa yiyecek götürüyoruz...'' ''Ne var kasalarda?'' ''Zeytin...'' Biz, zaman kazanıp kamptaki çocukların yardıma gelmesini beklemek için motor üzerine konuşuyoruz. Sonra birlikte zeytin dolu kasaları indiriyoruz. Bu dizinin hazırlanmasına katkısı olan Tayyar Eraslan 'la birlikte bir kasayı yükleniyoruz. Kasaların bir kısmını indirdikten sonra, on üç yaşlarında zayıf kara-kuru bir çocuk yaklaşıyor yanımıza. Çocuğa soruyorum, ''Kamptan mı geldin?'' diye. Çocuk başını sallıyor, ''evet'' yanıtını veriyor. Aracı birlikte itiyoruz. Araç çalışıyor ve uzaklaşıyoruz. Şimdi çocukla birlikteyiz. Foto muhabiri arkadaşımız görünmeden teleyle çalıların arasından resimlemeye çalışıyor bizi... ''Adın ne senin?'' Kara gözleri oynuyor. Hiç yabancılık çekmiyor. Bizi kamp yöneticilerinden sanmış olacak ki yanıtladı hemen: ''Ali Acar...'' ''Nerelisin?'' ''Antalya'nın Serik ilçesinden.'' ''Okula gittin mi hiç?'' ''Gittim... Beşi bitirdim.'' ''Başka okula?'' ''Kuran okudum...'' ''Burada dinleniyorsunuz değil mi?'' Birlikte yürüyoruz küçük Ali Acar'la. Zeytin dolu kasaların bir kısmı yolun ortasında. Araç tekrar gelip yükleyecek. Ali'nin elinde bir kitap var. Nurculukla ilgili, Said-i Nursi 'nin bir kitabı. Kendi savunmasıyla ilgili bir kitap bu... ''Neler yapıyorsunuz kampta?'' ''Nur kitapları okuyoruz... İlim öğreniyoruz...'' ''Aferin sana...'' ''İlim öğrenip...'' Sustu. Kara gözleriyle bakındı sağa sola. ''Sonra'' dedim. ''İlim öğrendikten sonra n'apacaksınız?'' Beyaz gömleğinin yakası kirliydi. ''Kafirleri öldüreceğiz...'' ''Kim bu kafirler?'' ''Namaz kılmayanlar, açık saçık giyinenler. Onlar kafir hep. Hepsi kafir. Camileri kapatacaklar. Müslümanları öldürecekler. Ama biz ilim öğrenince soracağız hepsine...'' ''Demek kampta bunları öğreniyorsunuz?'' ''Evet...'' Tam bu sırada bir başka çocuk göründü. On beş yaşlarında, aydınlık yüzlü bir çocuktu bu... ''Selamünaleyküm...'' Karşılık verdik: ''Aleykümselam.'' Gözüyle kim bunlar gibi işaret etti. Bizim yabancı olmadığımızı belirleyen bir hareket yaptı Ali. Bunun üzerine büyük olanı yanımıza yaklaştı ve sağ elimizi iki eliyle avuçladı. Tam bu sırada pikap tekrar geriye dönüyordu. Biz kampa yaklaşmıştık. Üç yüz metre kadar aşağıda dere kıyısında çam ağaçlarıyla örtülü bir vadideydi. Yolun kenarında ''Dikkat izinsiz girilmez'' yazılı tabela vardı. Sarı renkli bir çadır. Yüze yakın, yaşları on iki ve on altı arasında değişen çocuklar. Aralarında sakallı ve delikanlı çağında olanlarla orta yaşlılar ve yaşlılar da görülüyor. Çam ağaçlarını kendimize siper ettik. Üç yüzlük bir teleyle fotoğraflamaya çalışıyoruz. Bulunduğumuz yerin bütünüyle ormanlık ve çam ağaçlarıyla kaplı, aşağısının ise çınar ağaçlarıyla örtülü oluşu, iyi fotoğraf çekme olanağı vermiyor.
Yerlere oturmuşlar konuşuyorlar aralarında. Ya da biri konuşuyor da diğerleri dinliyor...
Tümünün beyaz takkeli oluşu dikkatimizi çekiyor Ören'de olduğu gibi. Burası dinlenme kampı değil. Gözden ırakta, Türkiye'nin çeşitli yerlerinden gelen küçük Çocukların eğitildiği bir kamp.
Ören'de iki yüz, burada yüz ve Ahmetli'de yüz çocuk var. Bir kişinin günlük giderinin yirmi lira olduğunu düşünürsek, üç kampın günlük giderinin sekiz bin lira olduğu gerçeği çıkar ortaya. Bir ayda ise üç kampın gideri 240 bin liradır. Üç ayda ise 720 bin lira gider olacaktır. Bu giderleri kimlerin karşıladığı biliniyor kuşkusuz. Yetkililer gerekli soruşturmayı yapacak mı? Bunları açıklayacak mı? Sanmıyoruz. Ama yine de bekliyoruz. Şimdi sabah oluyor... Çadırlarda kıpırtı başladı. Dışarıya çıkanlar ellerinde ibriklerle çalılıkların arasında kayboluyorlar. Sabah kahvaltısı yine ağaçların arasında. Şu anda hiç kimse görünmüyor. Saatler ilerliyor... Az ileride bir gölet var. Orada yüzmeye gidenler olacak mı diye beklemeye başlıyoruz... İn cin yok bu dağlarda... Hani adamı kesseler kimse duymayacak. Kırk yaşlarında bir adam, yanında üç çocukla çınar Ağaçlarının arasından sıyrıldı. Tümünün ayağında çizgili pijamalar var. Suya giriyorlar hemen. Yaşlı adam çocukların üzerine su atıyor. Oynuyorlar suyun içinde adam ve çocuklar... Tekrar Yiğitler'e dönmek üzere yola çıkıyoruz. Tam yol kavşağına geldiğimizde bir genç battaniyesiyle ve valiziyle duruyor. Belli kampa gidecek. Biz aracımızı durduruyoruz. ''Kampa mı gideceksin?'' Bu sorumuzu yanıtlıyor ''evet'' diye. Belki kamptan geldiğimizi düşünüyor. Araçtan inip yanına yaklaşıyoruz... ''Az önce bir araba gitti, kaçırmışsın...'' Kaçırdım gibisine başını sallıyor. Zayıf ve çelimsiz biri. Elinde kaplı bir kitap var. Kitabı bacaklarının arasına saklıyor. ''Nerelisin?'' ''Aydınlıyım...'' Genç, Yüksek İslam Enstitüsü'nde okuduğunu söylüyor. Kamp hakkında bilgi veriyor. Kampın üç aylık olduğunu, onbeşer gün süreceğini söylüyor. Bizim bildiğimiz kadarıyla kamplar dinlenmek için yaz tatillerinde deniz kıyılarına kurulur... Eğitim yapılacaksa gizli değil, herkese açık bir şekilde yapılır. Atatürk devrimleri öğretilir çocuklara. Doğadan söz edilir, spor yaptırılır. Tekbir sesleriyle çınlıyor ortalık. Evet, tekbir sesleriyle çınlıyor dereboyları. Küçük, yoksul köylü çocukları Atatürk devrimlerine karşı, çağdışı bir eğitimle yozlaştırılıyor... Yüzünde derince bıçak yarasının izi vardı. Şöyle tepeden tırnağa uzun boylu süzdükten sonra gözlerini elimizdeki fotograf makinesine taktı... ''Resim çekmek yasak...'' Sinirlenmişti. Kampa girmemizi sağlayacak olan mektubu uzattık. Zarfı açtı, mektubu okudu. ''Siz burada bekleyin...'' Emir emirdi. Hızlı adımlarla yürüdü. Biz beklemeye başladık. ''En fazla on dakika kalacaksınız...'' Beş dakika sonra karşımıza dikildiğinde sinirleri yatışmamıştı. Artık kamptan içeriye girmiştik. Sağda solda takkeli çocuklar vardı. Çoğu bizim geldiğimizi görünce takkelerini çıkarmışlardı. Şimdi beş kişiydik. Neden sonra resim çekmek için izin çıkmıştı. Ancak yüzünde bıçak yarası izi bulunan sinirli delikanlı karşı çıkıyordu fotoğraf çektirmeye. Gerekçesi ise şöyleydi: ''Siz insanları putlaştırmak istiyorsunuz...''
Evet aynen bunları söylüyordu. Diğerleri çekiniyorlardı kendisinden. İzmir Yüksek İslam Enstitüsü öğrencisi olduğunu sonradan öğrendiğimiz sinirli delikanlı, aynı zamanda kampın müdürlüğünü yapıyor, arasıra elini beline atarak tabanca taşıdığını göstermek istiyordu. *** Üçüncü Bölüm 24.06.1999 'İslam mücahitleri yetişecek' Her taraf yemyeşildi. Aşağılarda Akçay, deniz, kum ve güneşle bütünleşiyordu. Şaşkınlığımız geçmemişti... Dağlara kamplar kurulmuştu 1975 Türkiye’sinde. Gözlerden ırak, içeriye girmemizin izine bağlı olduğu kamplar. Çocuklar gelmişlerdi, yoksul köylü çocukları. Yaşları on iki ve on beş arasında olan çocuklar, bizim çocuklarımız. Beyinleri yıkanıyor ve çağdışı bir eğitimle yozlaştırılmak isteniyorlardı. İnsanları kötülükten kurtaracaklarmış sözümona. Said-i Nursi adlı bir sapığın kitaplarıyla bu kamplarda Nur eğitiminden başka bir şey yapılmıyordu. Suudi Arabistan'da irtica kampları kuruluyor. Türkiye'de buna benzer kamplar kurulmaya başlamıştı... Resim çektirmenin putlaştırma olduğunu söyleyen delikanlı, Atatürk devrimlerini, uygarlığı ve her şeyi kenara itmiş, Said-i Nursi'nin kitabıyla doğruluğu arar olmuştu... Ama o küçük yavruların ne günahı vardı? Beyaz takkeli, bizleri görünce çil yavrusu gibi dağılan, tekbir getiren ve ilahiler söyleyen çocuklar geçiyor gözlerimizin önünden... Adı Vehbi Yıldız'dı. Kendi deyişiyle Kazdağı eteklerinde kurulan bu kampta küçük yaştaki çocuklar eğitiliyordu. Eğitimin adı yoktu. Ama Vehbi Yıldız'ın elinde Said-i Nursi'nin ''Nur'un İlk Kapısı'' adlı yapıtı vardı. Kampların düzenleyicisi nurcu vaiz Fethullah Gülen'di... Birkaç kare resim çektirme izninden sonra konuşmaya başladık. Sözü geçer kişiden aldığımız mektupta ''Cumhuriyet muhabiri'' değil, bir başka gazetenin muhabiri olduğumuz yazılmıştı. Kamplarıyla ilgili övgü dolu bir röportaj yapacağımız yazılmıştı mektupta. Sorduk adını söylemeyen bıyıklı olanına ''Neler yapılıyor kampta'' diye. Bir süre düşündü, sonra anlatmaya başladı: ''Ahlak dersi veriyoruz. İnsanların kötülüklerden kurtulmasını istiyoruz.'' ''Nasıl olacak bu kurtuluş?'' ''Kampların sayısını çoğaltarak. Kazdağı'nda üç kampımız var. Gelecek yıl sayılarını beşe ona çıkarmak istiyoruz...'' ''Kampların sayısı çoğaldıkça insanlar kötülükten kurtulacak diyorsunuz?'' ''Evet öyle... Buradaki kamplarda İslam mücahitleri yetişecek...'' ''Bir siyasal partiyle ilişkiniz var mı?'' ''Hiçbir siyasal partiyle ilişkimiz yok. Ama düşüncelerimiz var. Her şey İslam için olacak...'' ''Kaç ay sürüyor kamp?'' ''On beşer günlük devreler halinde... Üç ay sürelidir kampımız...'' ''Kampları toplumdan uzak yerlerde seçmenizin nedeni?'' ''Kamplar insanların arasında kurulmaz...'' Konuştukça Vehbi Yıldız'ın tedirginliği artıyordu. Bir kez kuşkulanmıştı bizden. Aklından ''acaba'' sözcüğünün geçtiği her hareketiyle belli oluyordu. Bu arada tedirginlik duymayan bıyıklı genç, karşı çadırı işaret edip ''Orası yemekhane'' dedi. Ayağa kalktık, yemek çadırına doğru yürümeye başladık. Çınar ağaçlarının arkasında küçük çocuklar korkuyla bizleri izliyorlardı. Saklanıyorlardı daha açıkçası bizden. Çadırdan içeriye girdik. Tahtanın üzerine nöbet çizelgesi yazılmıştı. Yeşil renkte plastik tabaklar, bardaklar ve sürahiler vardı. Her şeyin rengi yeşil olarak seçilmişti nedense. ''Nöbet tutmak gerekli mi?'' ''Elbet gerekli... Kim giriyor kim çıkıyor bilmek için...'' ''Herkes girmiyor mu kampa?'' ''Girmiyor. Bu mektubu getirmeseydiniz siz de giremezdiniz.'' ''Sizce ne sakıncası olur girerlerse?'' ''Çeşitli sakıncaları vardır. Bizden olmayan giremez.'' Böyle sürüp gitti konuşmamız. Çadırdan çıkarken bir kitap paketi gördük. Daha yeni gelmiş olacak ki açılmamıştı. Az sonra kamptan ayrıldık ve Kazdağı eteklerinden Kızılkeçeli Köyü'ne doğru inmeye başladık... Her taraf yemyeşildi. Aşağılarda Akcay, deniz, kum ve güneşle bütünleşiyordu. Şaşkınlığımız geçmemişti... Dağlara kamplar kurulmuştu 1975 Türkiye’sinde. Gözlerden ırak, içeriye girmemizin izine bağlı olduğu kamplar. Çocuklar gelmişlerdi, yoksul köylü Çocukları. Yaşları on iki ve on beş arasında olan çocuklar, bizim çocuklarımız. Beyinleri yıkanıyor ve çağdışı bir eğitimle yozlaştırılmak isteniyorlardı. İnsanları kötülükten kurtaracaklarmış sözümona. Said-i Nursi adlı bir sapığın kitaplarıyla bu kamplarda Nur eğitiminden başka bir şey yapılmıyordu. Suudi Arabistan'da irtica kampları kuruluyor. Şimdi Türkiye'de buna benzer kamplar kurulmaya başlamıştı... Acaba yapılmak istenen neydi? Resim çektirmenin putlaştırma olduğunu söyleyen delikanlı, Atatürk devrimlerini, uygarlığı ve her şeyi kenara itmiş, Said-i Nursi'nin kitabıyla doğruluğu arar olmuştu... Ama o küçük yavruların ne günahı vardı? Beyaz takkeli, bizleri görünce çil yavrusu gibi dağılan, tekbir getiren ve ilahiler söyleyen çocuklar geçiyor gözlerimizin önünden... Evet kamplar kuruldu dağlara. Bu kamplarda nur eğitimleri yapılıyor. Biz ilgilileri uyarıyoruz. 8 Temmuz 1975 - Cumhuriyet *** Kamplara baskın yapıldı Dağlara kamplar kurulmuştu ve bu kamplarda Nur eğitimi yapılıyordu. Evlerinde üç kitap bulundu diye gözaltına alınan ilerici ve devrimci aydınları anımsadım. Gördüğüm tüyler ürpertici tablodan sıyrılamamıştım ki gazetenin telefonu çaldı. Edremit'ten arıyorlardı beni. Telefonda arayan dost şöyle sesleniyordu: ''Kazdağı kampı basıldı ve çok sayıda Nur kitapları bulundu...'' Günlerden 8 Temmuz 1975 Salı. Gazetem Cumhuriyet'te yayımlanan ''Dağlara Kamplar Kuruldu'' dizi yazımın sonuncusu olan Kazdağı kamplarını anlattığım gün. Birdenbire rahatladım. Çünkü dizi yazımla birlikte sağcı basın karşı bir yayına girişmişti. Çoğu gazeteci arkadaşlarım ise böyle bir olayın olamayacağı savındaydılar. Edremit'e gitmeye hazırlanırken Devlet Güvenlik Mahkemesi Savcılığı din kamplarının kurulu bulunduğu yerlerdeki savcılıklara bir yazı göndererek baskınlar yapılmasını istiyordu. Aynı gün Edremit ve Kemalpaşa yöresinde izlenimlerimi şöyle aktardım gazeteme: ''Dağlarda kurulan ve 'din eğitimi' yapılan Kazdağı'ndaki kampa baskın düzenleyen Edremit Savcılığı, Said-i Nursi'ye ait üç sandık dolusu kitap, iki teyp ve bir sandık teyp bandı ele geçirmiştir. Kampta Nur eğitimi yaptırdığı ileri sürülen 13 kişi ile yaşları 12-15 arasında değişen 50 kadar çocuk da bulunmuştur. Kazdağı'ndaki din kamplarına yapılan baskın İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin Edremit Savcılığı'na yaptığı başvuru üzerine gerçekleştirilmiştir. Devlet Güvenlik Mahkemesi ayrıca özellikle Ege yöresindeki din kamplarının kurulu bulunduğu yerlerdeki savcılıklara da baskın düzenlenmesi için talimat vermiştir. Edremit Savcılığı Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin başvurusu üzerine Kazdağı eteklerindeki din kampına jandarmalarla bir baskın düzenlemiştir." Baskın sırasında kampta bulunan ve Nurculuk eğitimi yaptırdıkları ileri sürülen Ege Üniversitesi Kimya Bölümü asistanlarından Muzaffer Ayvaz, Edremit'in zengin iş adamlarından zeytinyağı tüccarı Hacı Arif Çağan, Avcılar köyü eşrafından Haci Mehmet Ambarlı ve adları açıklanmayan 10 kişi yakalandıktan sonra gözaltına alınmışlardır. Jandarmanın yaptığı baskın sırasında yaşları 12-15 arasında değişen 50 çocuk da ele geçirilmiştir. Savcılık bu çocukların kamplarda nasıl eğitim gördüklerini, kendilerine neler öğretildiği konularında ifadelerine başvurmuştur. Kazdağı'ndaki kamptan Edremit'e getirilen ve gözaltına alınan Nurculuk sanıkları ile ilgili olarak yetkililer açıklama yapmaktan kaçınmaktadırlar. Edremit Kaymakamı Cahit Ertan bölgesinde meydana gelen olaylardan önce haberi olmadığını söylemiş, daha sonra da bu konuda bir açıklama yapılacağını bildirmiştir. İlgililer soruşturmanın sürdüğünü belirtmektedirler. Öte yandan, olayın duyulması üzerine Belediye Başkanı Osman Arıkan, AP ilçe Başkanı ve halktan bazı kişiler Adliye'ye gelerek gözaltına alınanların durumu hakkında bilgi almak istemişlerdir. Bu arada, Turgutlu Cumhuriyet Savcılığı da Yiğitler ve Ören kampını yönettiği ileri sürülen tuğla fabrikatörü Osman Aykut'un evine ve fabrikasına düzenlediği baskın sonunda Said-i Nursi'ye ait 45 kitap ele geçirilmiştir. Kemalpaşa Savcılığı da kampın yöneticilerinden olduğu belirtilen Fethullah Gülen ve Ali Ihsan Özen'i aramaya başlamıştır. Bu arada Devlet Güvenlik Mahkemesi istenilen bilgileri Savcı Edip Özyörük'e verdi. Özyörük, sanıklar hakkında Türk Ceza Kanunu'nun 163. maddesince dava açılacağını söyledi. Bu açıklaması gazetelerde çıkınca sağcı basın başladı tekrar yaygaraya. Kazdağı kampı basıldıktan sonra Ören kampı anında dağıtılmıştır. Acaba neden baskın yapılmadan dağıtılmıştır? Evet şimdi bunun nedenini açıklayalım: Milli Eğitim Bakanı AP'li Ali Naili Erdem'in ilçesi, Ören bucağına on kilometre ötede bulunan Kemalpaşa'dır. Ören yemyeşil şirin bir bucaktır. İzmir - Ankara eski asfaltının girişinde yüce çam ağaçları altında insanlar görünüşsüz güneş devrildikten sonra günün diğer saatlerinde iskemleler bomboştur. Amaç: Şeriat Devleti... İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu'nun seçim çevresi olan Karaböğürtlen, Köyceğiz ve Fethiye, Nurcular ile Süleymancıların rahatlıkla yayıldıkları bir bölge. Isparta, Elmalı, Konya, Akseki'den gelerek gezgin esnaf kimliği ile bu yöreye yayılan Nurcular ve Süleymancılar iki ayrı şeriatçı grup, ama hedefleri aynı. Her ikisinin de birleştikleri nokta: ''Şeriat devleti.'' Muğla yöresinde Süleymancılar işi iyice azıtmışlar. Kendilerine karşı çıkanlara dayak atıyorlar, hatta ateş ediyorlar. Ancak kendileri yapmıyor bu isi. Kiralık katillere bol para vererek, ulaşmak istedikleri hedefi engellemek isteyenleri susturmak istiyorlar... Atatürkçü Gülcami İmamı Osman Orhun, savaş açmış Süleymancılara karşı... Yıllardır sürüyor bu savaş... Çünkü Ören'in insanları yaşamlarını toprakta sürdürürler. Ova verimlidir. Tütün, pamuk, buğday, sebze ve meyve tarımı birlikte yürütülür. Tutucu bir bucak değildir ama kimi etkenler nedeniyle yerel seçimleri AP kazanmıştır. AP'li Belediye Başkanı İbrahim Akçora Nur kampının kurulduğu alanı kendisi düzenlemiştir. Kampı yöneten Fethullah Gülen ve Turgutlulu tuğla fabrikatörü Hacı Osman Aykut'la yakın ilişkisi vardır Akçora'nin. Tuğla fabrikatörü Hacı Osman Aykut işçi haklarına karşı çıkan, Çimse-İş'in Turgutlu'da kiremit fabrikalarında sürdürdüğü eylemi kıran, kiralık lümpenleri işçilerin üzerine saldırtan kişidir. Evet, işçilere bir kuruşu bile çok gören Hacı Aykut ''Ören Nur kampı'' için günde iki bin lirayı elden çıkaracak kadar eli açık kişi(!). Kampların doksan gün süreli olduğunu düşünürsek 180 bin lira harcıyor Hacı Aykut, Türkiye Cumhuriyeti'nin temeline dinamit koymak, özlediği çağdışı medrese eğitimini gerçekleştirmek ve şeriat düzenini kurmak için.
Yıl 1975... 1930 Şeyh Esat olayından bu yana tam 45 yıl geçmiş... Biz bu satırları yazdığımızda Hacı Aykut'un evine polis baskını yapılmış, kendisi Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne getirilmiş ifade veriyordu. Çünkü evinde Said-i Nursi 'ye ait elliyi aşkın yasak kitap ele geçirilmişti. Ören'i dolaştık dun. Kamp dağılmıştı. Köylüler, kamp yöneticilerinin çadırları bir kamyona yükleyip kaçtıklarını söylediler bize. Hiçbir iz bırakmadan dağıtılmıştı Ören Nur kampı. Herhalde iyi saatte olsunlar gelmişlerdi ve çadırları yükleyip gitmişlerdi. Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin 6 Temmuz 1975 günü aldığı arama kararı diğer kamp kurulu bölgelerde savcılarca uygulanırken, Kemalpaşa Cumhuriyet Savcılığı arama işlemini bir gün sonraya bırakıyordu nedense. İşte o iyi saatte olsunlar bu bir günlük süreden yararlanmasını biliyorlardı. İlerici ve devrimci öğretmenlerin kıyımcıbaşısı Milli Eğitim Bakani Ali Naili Erdem'in ilçesi İzmir Kemalpaşa'nın on kilometre ötesinde çağdışı bir eğitim yapılıyor, Türkiye Cumhuriyeti'nin temeline dinamit konulmak için orada planlar hazırlanıyordu. Türkiye Cumhuriyeti'nin kıyımcıbaşı Milli Eğitim Bakanı, yurtsever öğretmenlerle uğraştığından ötürü bu gerçeği bildiği ve gördüğü halde Nurculara göz yumuyordu. Evet, Ören Nur kampı basılmıyordu işte bu nedenle. Ama yirmi kilometre ötede Yiğitler kampı basılıyor, Said-i Nursi'ye ait yüzlerce yasak kitap ele geçiriliyordu. Bu arada on kişi Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne getiriliyor, bunlardan salt bir kişi tutuklanıyordu. Bir gün sonra ise kampların tekrar açıldığı haberi geliyordu bize. TRT İzmir Haber Merkezi Nur kamplarına yapılan baskınları, ele geçirilen yasak kitapları ve sanıkların DGM'ye verildiklerini geçiyor. Ama nedense Ankara bu haberi bültene koymuyordu. İşin ilginçliği MSP'li Adalet ve İçişleri Bakanı'nın emriyle yeniden açılan kamplarda çağdışı eğitime, körpe ve yoksul köy çocuklarının kafalarına Atatürk ilkelerine karşı eylem girişimi yeniden işlenmeye başlanıyordu... 12 Ağustos 1975 - Cumhuriyet *** Yıl 1970, ocak ayının ortaları... Genç adam, üzüntülüydü. Kesik kesik konuşmaya başladı: ''Ne kadar ilginç değil mi, Başbakan Süleyman Demirel 'in İslamköyü'ne çok yakın uzaklıkta bulunan Kuleönü Köyü'ne yapılan jandarma baskını sonunda ikinci gizli Nurculuk okulu ortaya çıkıyor ve 15 kişi tutuklanıyordu...'' ''Ilginç'' dedim gencin bu konuşması karşısinda... O sustu... ''Ama bu konu üzerinde durmaya gelmedik Aslında. Nurcular ve Süleymancılar, yörede birkaç kişiye saldırıda bulunmuşlar...'' Bu kez yanıt verdi: ''Fethiye uygar bir ilçedir. Benim çocukluğumda cenazeler bando ile kalkardı. Ama çirkin politikacılar sırf oy kaygısıyla güzelim ilçemizi rezil ettiler. Biz devrimciler, asla izin vermeyeceğiz bundan böyle... 1968 tütün piyasası buna örnektir. Gerekirse aynı şekilde davranırız Nurculara, Süleymancılara.'' ''Kısaca anlatır mısınınz bu olayı...'' ''Bilinen bir şey bu. 1968 yılında tütün üreticisi köylüler ile birleşerek çember sakallı Nurcuları zorla berberlere soktuk ve tıraş ettirdik. Kimisi korkudan denize attı kendini. Sonra Adapazarı'na ve İstanbul'a göç ettiler.'' Nurcular ve Süleymancılar İçişleri Bakanı Haldun Menteşoğlu'nun seçim çevresi olan Karaböğürtlen, Köyceğiz ve Fethiye, Nurcular ile Süleymancıların rahatlıkla yayıldıkları bir bölge. Isparta, Elmalı, Konya, Akseki'den gelerek gezgin esnaf kimliği ile bu yöreye yayılan Nurcular ve Süleymancılar iki ayrı şeriatçı grup, ama hedefleri aynı. Her ikişinin de birleştikleri nokta: ''Şeriat devleti.'' Nurcular ve Süleymancılar salt bu yörede yayılmıyorlar. Denizli, Manisa, Uşak, Balıkesir, Antalya ve Çanakkale'de sayıları her geçen gün artıyor. Ancak yeni yerleştikleri Muğla çevresinde ayrı bir özellikleri var. Kendilerine karşı çıkanlara tuzak kuruyorlar, kurşun yağmuruna tutuyorlar... Fakat Atatürk devrimlerinin savunucusu din adamları, öğretmenler ve köylüler yılmıyorlar bundan. Nereden yakalarlarsa bırakmıyorlar peşlerini. İşte bundan ötürü ilçede sayıları daha az. Katillere adam vurduruyorlar Muğla yöresinde Süleymancılar işi iyice azıtmışlar. Kendilerine karşı çıkanlara dayak atıyorlar, hatta ateş ediyorlar. Ancak kendileri yapmıyor bu işi. Kiralık katillere bol para vererek, ulaşmak istedikleri hedefi engellemek isteyenleri susturmak istiyorlar... Fethiye'nin Gülcami Imamı Osman Orhun, Süleymancıların hışımına uğrayanlardan biri. Atatürkçü genç imam, savaş açmış Süleymancılara karşı... Yıllardır sürüyor bu savaş... İmam Osman Orhun'a 20 Eylül 1970 günü haber salmış Süleymancılar... ''Gavur hoca ayağını denk alsın, yoksa defterini dürdüreceğiz'' gibi laflar etmişler. Gülüp geçmiş genç imam bu sözlere. Hatta, ''Gelecekleri varsa görecekleri de vardır'' diye cevap vermiş. ''Bunların kökü kazınana kadar sürecek bu kavga... Atatürk devrimlerine uzanan sapık eller kırılacaktır.'' ''Nasıl oldu sizi öldürmek istemeleri?'' ''Daha önceden haber saldılar. Ama umursamadım ben. 28 Eylul 1970 günü saat 20.30'da camiden çıkmış evime gidiyordum. Çevrede kimseler yoktu. Silah sesleri ile birlikte kendimi attiı yere. Kurşunlar yanımdan geçiyordu, olduğum yerde kaldım. Bir süre sonra kalktım. Kiralık katil beni öldü zannederek patronlarına haber vermeye gitmişti.'' ''Pusu kurdular öyleyse?'' ''Evet, pusu kurdular. Yolumu gözlediler. Camiden çıkışımı izlediler.'' ''Sonra polise başvurdunuz.'' ''Beni öldürmek isteyen genci tespit ettim sonra. Geçen yıl öldürülen bir eşkıyanın kardeşi idi. Kandırmışlar kendisini herhalde.'' ''Kabul etti mi sizin tespit ettiğiniz genç, öldürmek istediğini?'' ''Etmedi tabii.'' ''Nasıl çalışıyorlar yörede Süleymancılar?'' ''Örümcek ağı gibi sarıyorlar her yeri. İzinli izinsiz tüm Kuran kurslarını ellerine geçirmişlerdir bugün Türkiye'de. İleride büyük tehlike olacaklardır.'' ''Muğla yöresi nasıl?'' ''Fethiye'nin tüm köylerindeki Kuran kursları onların elinde. Fethiye merkezindeki dahil. Sapık fikirlerini körpe kafalara sokmak istiyorlar. Bunun yanı sıra saf vatandaşları avlıyorlar.'' ''Sonra karşı çıkanları yok etmek istiyorlar.'' ''Elbet... İşte ben; arkadaşım Ramazan Özdemir buna örnektir. Ramazan'ı dövdüler.'' ''Bir konuyu öğrenmek istiyorum. Maddi olanakları nasıl Süleymancıların?'' ''Kurban Bayramı'nda deri topluyorlar. Topladıkları derileri satıp kiralik katil tutuyorlar.'' Öğretmenlere baskı... Bugün çoğu köyde doğru dürüst ilkokul yokken Kuran kursları mevcuttur. Din maskesi altında Atatürk devrimlerinin düşmanlığını rahatlıkla yapmaktadırlar. Köylülerin dini duygularını sömüren sapık fikirli kişiler, birtakım politikacılardan da yardım görmektedirler. Örneğin pek çok Nurcu ve Süleymancı bugün politikanın içindedir. Oy kaygısıyla her şey mubah sayılmaktadır. Nurcular ve Süleymancıların köylerdeki en büyük engelleri, öğretmenler. Bugün çoğu köyde doğru dürüst ilkokul yokken Kuran kursları mevcuttur. Din maskesi altında Atatürk devrimlerinin düşmanlığını rahatlıkla yapmaktadırlar. Köylülerin dini duygularını sömüren sapık fikirli kişiler, birtakım politikacılardan da yardım görmektedirler. Örneğin pek çok Nurcu ve Süleymancı bugün politikanın içindedir. Oy kaygısıyla her şey mubah sayılmaktadır. Nurcuların ve Süleymancıların ellerindeki silah ise ''din düşmanı'' sözcüğüdür. Muğla yöresinde kendileriyle görüştüğümüz pek çok öğretmen, hayatlarının tehlikede olduğunu söyledi. Adını açıklayamayacağımız bir öğretmen ise su ilginç olayı anlattı: ''Bir gün ilkokul 2. sınıfta okuyan bir öğrencim, bana Said-i Nursi'yi tanıyıp tanımadığımı sordu. Ben de kendisine sana kim öğretti bu soruyu dedim? Çünkü 8 yaşındaki bir çocuğun böyle bir soru sormasının altında bazı gerçekler vardı. Soruşturdum ve öğrendim. Öğrencim yazın Nur okuluna devam edermiş.'' Bir başka öğretmenin anısı da şöyle: ''Köyün gençlerinden birisi bana, Hoca Efendi biz bir gün şehre ineceğiz. İnişimiz cuma günü olacak ve her yeri altüst edeceğiz, dedi. Biraz sıkıştırdım genci. Meğer Süleymancılar kandırmış. Süleymancıların tek amacı bir gün topluca eyleme geçmek.''
Müdür vuruluyor 8 Ocak 1971 Cuma... Köyceğiz Lisesi Müdürü Nevzat Avcı, öğretmen eşiyle birlikte çıktı evinden, okula geldi ve öğretmenler odasına girdi. Öğretmen arkadaşlarıyla birlikte her zaman olduğu gibi bir süre konuştu, isteklerini saptadı ve odasına girdi. Gazeteleri gözden geçirdi, çayını içti... 1/C sınıfında coğrafya dersi vardı. Zille birlikte odasından çıktı, koridorda yürümeye başladı. Gürültü yapan sınıfları kontrol etti... Bir anda gözü bahçede tek başına dolaşan bir öğrenciye takıldı... Tanımıştı bu öğrenciyi. Bu yıl gelmişti. Lise birinci sınıfta iki yıllık öğrenciydi. Kendi halinde kimseyle konuşmayan bir çocuktu. Geçen yıl Muğla Lisesi'nde okumuş, sınıfta kalmıştı. ''Celal gelsene buraya...'' diye bağırdı Müdür Nevzat Avcı. Celal hiç umursamadı, duymazlıktan geldi. Müdür bu kez belki duymamıştır düşüncesiyle bir kez daha çağırdı... Öğrenci cevap verdi bunun üzerine: ''Ne var be...'' ''Gel bakayım, buraya...'' Lise birinci sınıf öğrencisi Celal İrfan ağır adımlarla müdüre doğru yaklaştı, sonra giriş kapısından koridora çıktı... ''Neyin var oğlum senin?'' ''Sana ne.'' ''Neden dersine girmedin?'' ''Girmezsem ne olacak?'' ''Zayıf dersin mı var?'' ''Sana ne.'' Olayın bundan sonra gelişimini Müdür Nevzat Avcı'dan dinleyelim: ''Celal İrfan'a hiç cevap vermedim. Belki canı bir şeye sıkılmış diye düşündüm. Fakat gücüme gitmişti, bana böyle davranması. 14 yıllık meslek hayatımda ilk kez böyle bir olayla karşılaşıyordum...'' ''Sizinle konuşurken dışarıdaki gibi sakin miydi?'' ''Gayet sakindi, sadece gözleri donuktu, ama şüphelenmiştim...'' ''Sonra?'' ''Odama gittim. Masama oturup düşünmeye başladım. Acaba ailevi durumu bozuk bir öğrenci mi diye. Sonra not defterimi çıkarıp karıştırmaya başladım. Bir anda kapı açıldı ve Celal İrfan içeri girdi. Elinde tabanca vardı. Sadece silah sesini duydum. O elinde silah, gözlerimin içine bakıyordu. Kendimi sıktım ama ayaklarım kesilmiş, vücudumu sıcaklık kaplamıştı. Kendimi koltuğa bıraktım. Gözlerimle 'Yapma Celal' diyordum. Gözlerimi açtığım zaman Muğla Devlet Hastanesi'ndeydim. Kurşun boynuma isabet etmiş, omuz kemiğimi parçalamıştı...'' Celal İrfan, müdürü öldürdüğünü sanarak tekrar koridora çıkmıştı. Bu sırada öğretmen Nurtan Atılmış olaydan habersiz olarak müdürün odasına girmiş. Müdür koltuğunda oturduğu için hiçbir şeyi fark edememiş, sonra dışarı çıkmış. Bahçede Celal İrfan'ı görmüş. Öğretmen Nurtan Atılmış'ı dinleyelim şimdi de: ''Elinde silah vardı Celal'in. Tetiğe dokundu. Fakat ateş almadı. Bir daha çekti tetiği, yine ateş almadı. Ben bu zaman içinde çeşmenin arkasına attım kendimi. Bir öğretmen arkadaş tabancanın ateşlemediğini görünce üzerine atılıyor Celal'in. Böylece yakalıyor öğrenciyi.'' ''Nasıl tanıyordunuz Celal'i?'' ''Uslu öğrencilerden biriydi Celal, kendi halindeydi. Okulda dört sakin öğrenci gösterin deseniz, birisi Celal'dir derim...'' ''Celal İrfan'ın Nurcu olduğu söyleniyor. Sizin bilginiz var mı bundan? Örneğin din dersi öğretmeni Necati Sunguroğlu'na Said-i Nursi'ye ait bazı şeyler sormuş...'' Diğer öğretmenler Ömer Bilici ve İzzet Akgül de katıldılar konuşmamıza. Hepsi Celal'in birkaç gün önce din dersi öğretmenine Said-i Nursi'nin kitapları konusunda soru sorduğunu, Necati Sunguroğlu'nun da ''Bırak şu sapık adamı'' dediğini doğruladı. Olay, Köyceğiz'de nefretle karşılanmış, Köyceğizliler bu konuda şu bilgiyi verdiler bize: ''Celal İrfan'in ailesi Nurcudur. Celal olay gecesi sabaha kadar Said-i Nursi'nin kitaplarını okumuş ve sabahleyin namaz kılıp okula gitmiş... Kendisinin sapık fikirlere kapıldığını biliyorduk...'' Celal İrfan’ın sınıf arkadaşları da Celal'in Nurcular tarafından kandırıldığını söylediler. Aynı sınıftan bir öğrenci ise ''Celal bazı günler kendi kendine konuşurdu. Bir defa bana Nurcu olduğunu uzun uzun anlattı'' dedi... Olaydan sonra tevkif edilen 17 yaşındaki Celal İrfan şu anda Muğla Devlet Hastanesi'nde. Köyceğiz Cezaevi'nde intihara kalkıştığı için kaldırıldı Celal hastaneye... Keskiyle boğazını kesti ve ölümün eşiğinden dondu. Niçin intihara kalkıştığını kimse bilmiyor. Ancak cezaevindeki tutuklular bunu şöyle anlatmışlar: ''Olay gecesi ve daha önceki geceler yatağından sıçrıyordu Celal. Her defasında ' Kızlar geliyor... Kızlar geliyor... Çekilin öldürecekler kızlar beni. Çıplak geliyor' diye bağırıp ağlıyordu. Olay gecesi aynı şeyleri sayıkladı ve intihara kalkıştı...'' Celal İrfan’ın koma halinde kaldırıldığı hastanede boğazı dikildi. İkinci bir intihara kalkıştığı takdirde kurtulması olanaksız. Hastanede her gece aynı şekilde sayıklıyor... Celal İrfan’ın yaraladığı Lise Müdürü Nevzat Avcı, halen İzmir Devlet Hastanesi'nde tedavi altında. Celal İrfan'ın intihara kalkıştığını kendisine anlattığım zaman çok üzüldü. Bu gencin topluma kazandırılmasını istedi. ''Celal'in babası çiftçiymiş...'' dedim. ''Çok fakir bir aile, biliyorum.'' ''Celal'le daha önce aranızda bir şey geçti mi?'' ''En ufacık bir olay geçmedi...'' Köyceğiz'de de sorduk soruşturduk, aynı şeyi duyduk. Lise müdürü ile öğrenci arasında hiçbir olay geçmemiş. O zaman niye yaptı bu işi Celal... Sadece bir gece önce Nur risaleleri okuyup namaz kılmış... Kendi kendisine konuşur, kızlardan kaçan bir tipmiş... Niçin öldürmek istedi öyleyse lise müdürünü Celal? Henüz aydınlığa kavuşmadı... İleride bu isteği gizli elleri ortaya çıkaracaktır Türk hakimleri... Bize kalırsa asıl suçlular ortada dolaşıyor deriz. Türkiye Cumhuriyeti'nin İçişleri Bakanı'nın ülkesidir Köyceğiz... Karaböğürtlen, Dalaman ve Fethiye seçim yöresidir... Karaböğürtlen'de kum gibi kaynamaktadır Nurcular... Süleymancılar, Muğla yöresinde ölüm saçmaktadırlar. Daha geçenlerde Köyceğiz'in Dövüşbelen köyünde gençlerle Nurcular silahlı çatışma yapmışlar, sonunda köyün gençleri kovalamışlar Nurcuları... İçişleri Bakanı Sayın Haldun Menteşoğlu, seçim bölgenizden şöyle sesleniyor hemşerileriniz: ''Biz, polisin sadece Üniversite yurtlarını basmasını okuyoruz gazetelerden. Bugün polisin yapamadığını halk yapıyor Muğla yöresinde. Biz Atatürk devrimlerinin bekçisi olarak sonuna dek sürdüreceğiz kavgayı. Ama polisin de bize yardımcı olmasının zorunluluğuna inanıyoruz. Size son bir defa durumu iletiyoruz.'' Tarikat liselerinde beyinler yıkanıyor Türkiye'deki en yaygın ve etkili tarikatlardan biri olan Fethullahçılar, ilkokulu bitirenler arasından seçtikleri gençleri kendi ''özel'' liselerinde eğiterek Üniversiteye hazırlıyorlar. ''Fethullahçılar''ın denetlediği liseler, Üniversite giriş sınavlarında genellikle ''tulum çıkaran okullar'' olarak dikkati çekiyorlar. Derlenen bilgilere göre, geleceğin Fethullahçı kadrolarını yetiştirmek amacıyla ilkokul sonrası alıp Üniversiteye kadar eğittikleri çocukları Bursa'da ''Özel Nilüfer Lisesi'', İstanbul'da ''Fatih Erkek Lisesi'', Ankara'da ''Özel Samanyolu Lisesi'', İzmir'de ''Özel Yamanlar Lisesi'' ve Van'da ''Özel Serhat Lisesi''nde yetiştiriyorlar.
Yıl: 1993... Ay: Ağustos.. Cumhuriyet'ten Gündüz İmsir, Ahmet Şık ve Levent Gencelli, ''Fethullah Okulları'' nı gündeme getirdi... Acaba diğer gazeteler ne yapıyorlardı? Sustular... İşte 6 yıl önce olup bitenler... Fethullahçılar ilkokul mezunları arasından seçtikleri öğrencileri, kendi denetimlerindeki Nilüfer, Fatih Erkek, Samanyolu, Yamanlar ve Serhat adlı özel liselerde eğiterek Üniversiteye hazırlıyor. Tarikat liseleri Türkiye'deki en yaygın ve etkili tarikatlardan biri olan Fethullahçılar, ilkokulu bitirenler arasından seçtikleri gençleri kendi ''özel'' liselerinde eğiterek Üniversiteye hazırlıyorlar. ''Fethullahçılar''ın denetlediği liseler, Üniversite giriş sınavlarında genellikle ''tulum çıkaran okullar'' olarak dikkati çekiyorlar. Derlenen bilgilere göre, geleceğin Fethullahçı kadrolarını yetiştirmek amacıyla ilkokul sonrası alıp Üniversiteye kadar eğittikleri çocukları Bursa'da ''Özel Nilüfer Lisesi'', İstanbul'da ''Fatih Erkek Lisesi'', Ankara'da ''Özel Samanyolu Lisesi'', İzmir'de ''Özel Yamanlar Lisesi'' ve Van'da ''Özel Serhat Lisesi''nde yetiştiriyorlar. Eğitim kurumlarını kullanarak geleceğin devlet yöneticilerini kendi yandaşları kanalıyla ele geçirmeye yönelen bu çok yönlü ve uzun erimli ''strateji''nin destekçilerinden birinin kurucuları arasında ''ünlü'' gazeteci Fehmi Koru'nun da bulunduğu Ensar Vakfı olduğu söyleniyor. Bir tur ''özel imam-hatip lisesi'' niteliğini taşıdığı ileri sürülen bu eğitim kurumlarında öğrenciler, normal ortaokul ve lise derslerinin yanı sıra yoğun bir din eğitimi de görüyorlar. Bu okullardaki çocukların gerek yatacakları öğrenci yurtları, gerekse yaz tatilleri, aynı şeriatçı güçler tarafından örgütleniyor. Öğrenciler, genellikle bu okullara ait pansiyonlarda ya da aynı tarikata bağlı kişilere ait öğrenci yurtlarında kalıyorlar. Yaz tatillerinde de bu öğrencilerin biraz ''tatil'', daha çok da ''dinsel eğitim'' yaptıkları yaz kampları kuruluyor. Cumhuriyet muhabirleri, bu Okulların en ünlülerinden biri olan Bursa ''Özel Nilüfer Lisesi'' ile ilgili ilginç bilgiler derlediler ve Avşa Adası'nda açılan aynı ''lise'' ye ait yaz kampına girdiler. Özel Nilüfer Lisesi, Bursa'da ''Fethullahçı'' görüşü benimseyenlerin denetim ve yönetiminde olmasıyla tanınıyor. Adeta ''özel imam-hatip lisesi'' konumunda olduğu belirtilen Özel Nilüfer Lisesi, aşırı dinci ailelerin çocuklarını gönderdikleri, pansiyonu da bulunan bir okul. Okula sadece erkek öğrenci kabul ediliyor. Okulda bayan öğretmen ve bayan görevli çalıştırılmıyor. Okulun öğrencileri ÖSS ve ÖYS'de ''tulum'' çıkarmakla tanınıyorlar. Nitekim lise, 1991-92 öğretim yılında başarı sıralamasında ÖSYM kayıtlarına göre Bursa birincisi. Okulun yönetim birimlerinin bulunduğu katlara, görevliler ve konuklar ayakkabılarını kapıda çıkararak girebiliyorlar. Okul yönetimi, sadece kendi doğrultularındaki eylemleri ya da etkinlikleri görüntülemek isteyen gazetecileri okula alıyor. Okul yönetiminin bir başka özelliği de her yıl ramazan ayında Bursa bürokrasisine iftar yemeği vermesi. Bu iftarlara ANAP döneminin Bursa valilerinden Erol Çakır ile dönemin Emniyet Müdürü Yahya Soy'un da katıldıkları biliniyor. Okul yönetimi, kendi görüşü dışındaki tüm ilgili ve yetkili kişiler için kapalı kutu. Lise, ilk olarak Bursa-İstanbul yolu üzerinde bulunan Özel Baran Lisesi'nin bir bölümünü kiralayarak öğretime başladı. Daha sonra Nilüfer Belediyesi sınırları içinde yer alan Beşevler semtine taşındı. 1988'den bu yana öğretime burada devam ediyor. Üniversiteye hazırlık Mezun olan öğrencilerin tamamı, aynı nitelikteki özel dershaneler tarafından ''özel statülü öğrenci'' kaydıyla Üniversitelere hazırlanıyorlar. Bu öğrencilerin gittikleri dershane de Bursa'da pek ünlü: ''Yeşilırmak Dershaneleri'' ile Özel Nilüfer Lisesi arasında çok özel bir bağ var. Bu bağ, ''Fethullahçı''lık ortak paydasından ayrı olarak ''Silm Özel Eğitim Tesisleri AS'' de ortaya çıkıyor. Özel Nilüfer Lisesi'nin sahibi konumunda bulunan bu şirketin yönetim kurulunda yer alan M. Ali Yayıkçı, aynı zamanda ''Yeşilırmak Dershaneleri''nin de sahibi. Silm Özel Eğitim hizmetleri AS, Bursa'da birbirleriyle iç içe görünen bu kuruluşların ana şirketi görünümünde. Özel Nilüfer Lisesi'ni yakından tanıyan bir eğitimcinin şu sözleri hayli anlamlı: ''Liseyi bitiren ve dershanede Üniversite sınavına hazırlananların tercihi, üç aşağı beş yukari aynı. Hemen hepsinin tercihleri siyasal, hukuk ve sosyal bilimler dallarında yoğunlaşıyor. Maddi durumu elvermeyen başarılı öğrenciler, dini vakıfların katkılarıyla okutuluyor. Okulun ortaokul ve lise bölümlerine talep olağanüstü. İlkokul son sınıf öğrencileri, bu görüşteki kişiler tarafından özel olarak taranıyor, başarılı bulunanlar velilerinden izin alınarak Özel Nilüfer Lisesi'ne kaydediliyor.'' Yeşilırmak Dershaneleri'nin Bursa'da bir özel pansiyonu da bulunuyor. Yeşilırmak Dershaneleri Ortaöğretim Erkek Öğrenci Pansiyonu, Maksem Caddesi 46 numarada bulunuyor. Dershaneye devam eden, Bursa dışından gelen öğrenciler bu yurtta yatırılıyor. Bu yurdun sorumlusu da yine Mehmet Ali Yayıkçı. Türkiye'nin çeşitli illerinden gelen ve ''Fethullahçı'' görüşe sahip öğrenci ve eğiticilerin barındırıldığı kamp, Avşa Adası'nin en sessiz ve sakin koyunda kurulu. Kampın bulunduğu koya hiç kimse sokulmuyor. Gün boyu dini eğitim ve karate dersleri verilen kampta düzen, eğitimcilerin hoparlörlerden yayımladıkları komutlarla sağlanıyor. Onbeşer gün süren dönemlerde, 200'u aşkın öğrenci kampta eğitim görüyor. Öğrenciler, odalardan çıkarılan somyaların yerine konan döşeklerin üzerinde yatıyorlar. Kamp hakkında Erdek Cumhuriyet Başsavcılığı'na da suç duyurusunda bulunulduğu öğrenildi. Bunun üzerine harekete geçen Marmara ve Avşa Adası'ndan sorumlu jandarma, ''Beyaz Saray'' adlı kampa ani bir baskın düzenledi. Söz konusu kampla ilgili olarak yaklaşık 1 aydan beri yoğun ihbarlar aldıklarını belirten Marmara Adası Kaymakam Vekili Ahmet Özen, ''Yapılan ihbarlarda çeşitli ortak özellikler mevcuttu. Kamp sıkı bir aramadan geçirildi. Ancak herhangi bir suç unsuruna rastlanılmadı. Araştırmalarımız sürüyor'' dedi. Balıkesir Valiliği'nden temmuz-ağustos ayları için ''Bursa Özel Nilüfer Lisesi Öğrenci Yaz Kampı'' adı altında izin alınan, ''kuş uçmaz, kervan geçmez'' bir yerde kurulan kampta öğrenciler, hiçbir şekilde adaya inemiyor. Ancak içlerinden belirli kişiler, her gün ekmek ve gazete almak için ada merkezine uğrayabiliyor. Kampta, Türkiye'nin çeşitli yerlerinden gelen öğrenciler var. Erdek'ten Avşa'ya günlük turlar düzenleyen Gazep Kaptan, Yıldız 1 ve Yılmaz Kaptan motorlarıyla kamp merkezine getirilmişler. Her grup, başlarında kendi hocalarıyla geliyor. Hatta her grubun aşçısı bile farklı. Sürekli gıda maddeleri depoluyorlar. Gezi motorları, yiyecekleri getirdiği zaman öğrenciler sahilde sıralanıp elden ele vererek motele taşıyorlar. Öğrenciler, beşer kişilik odalarda kalıyor. Akşam yemeğinden sonra öğrenciler bir salonda toplanıyor ve teypten vaazlar dinliyor, Kuran okuyorlar. Cuma namazlarını içlerinde görevli birisi kıldırıyor. Kampta görevli, yaşları 25 ile 40 arasında değişen kişiler tarafından motelin bulunduğu kısma kimse sokulmuyor. Kumsalın adeta parsellendiğini belirten görgü tanıkları, ''Kumsaldan geçmek isteyenlere 'Kimsin, nereye gidiyorsun?' Şeklinde sorular soruyorlar. Sonra da 'Burası dini bir kampa ait, geçmek yasak' diyerek geri çeviriyorlar'' çeklinde konuşuyorlar. Ensar Vakfı Kamptaki bazı öğrencilerin de ''Ensar Vakfı Haber Bülteni'' adında bir dergiyi adada bulunan bazı cami imamlarına dağıttığı öğrenildi. Ayrıca kamp müdürü olduğu öğrenilen Adem Demiralay ve Mustafa Sabuncu adlı kişiler tarafından dikkat çekmemek için imamlara adadan bazı çocukları ücretsiz kamplarına getirebilecekleri de söylenmiş. Kampa öğrenci alımının Bursa'da ''Fethullahçı'' görüş yanlısı Özel Nilüfer Lisesi yöneticilerinin organizasyonuyla yapıldığı anlaşılıyor. Söz konusu irticai eğitim kampının, İstanbul'da kurulu, yönetim kurulu başkanlığını Tanju Zabun'un yaptığı ''Zabun Turizm'' den beş yıllığına kiralandığı ve Balıkesir Valiliği’nden iki aylığına izin alındığı öğrenildi. Tarikat pansiyonları... Kuşadası, Manisa, Fethiye yörelerindeki ''tarikat kampları''nı Cumhuriyet muhabirleri ortaya çıkarınca, yobazlar birden ayağa kalktılar. Cumhuriyet'e, ''Cumhuriyetle yaşıt 70 yıllık gazete'' suçlamasıyla gerçek yüzlerini saklamaya, örtmeye çalıştılar. Bu kişiler köşelerinde, özel TV kanallarında sık sık neler söylüyorlardı? Şöyle: ''Şeriat düzenine dayalı İslam devleti...'' 'Çokseslilik' maskesi takıyorlar 1983 yılından sonra ''tarikat pansiyonları''nın sayısı hızla arttı. Trabzon'dan Erzurum'a, Gaziantep'ten Denizli'ye, Afyon'dan Bursa'ya ve Balıkesir'e dek bir ''tarikat ağı'' kuruldu. Bunlar daha sonra ''vakıf kimliğine'' bürünüp ANAP iktidarınca da parasal olarak desteklendi. Bu kişilerin uzaktan yakından ''demokrasi'' ile ilişkileri yoktu. Zaten bunu da açık seçik her yerde söylüyorlardı. Kurulu düzeni yıkıp yerine ''ümmetçi bir toplum'' yaratmak istiyorlardı. Gazetelerin kimi dönek Marksist köşe yazarları da bu kişilere ''çanak tutuyor''; demokrasi, düşünce özgürlüğü ve çokseslilik adı altında onları sarıp sarmalıyorlardı. Türkiye'de izinsiz olarak eğitim yapan ''yatılı Kuran kursları'', 12 Eylül 1980 sonrası ''Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Derneği Pansiyonu'' adı altında çalışmaya başladı. Yaşları 7-15 arasındaki çocuklar, tarikat yöneticilerince örgütlü bir biçimde yurdun dört köşesinden toplanıp pansiyonlara yerleştiriliyordu. Burada tek amaç vardı, o da şuydu: ''Yoksul ailelerin çocukları toplanacak ve onlar eğitilecek...'' Tarikatların öğrenci yurtlarında yatan bu öğrenciler (kız ve erkek öğrencilerin pansiyonları ayrı ayrıydı) Gündüzleri okula gidiyor, akşamları ise pansiyonlarda tarikat eğitimi görüyorlardı. 1983 yılından sonra ''tarikat pansiyonları''nın sayısı hızla arttı. Trabzon'dan Erzurum'a, Gaziantep'ten Denizli'ye, Afyon'dan Bursa'ya ve Balıkesir'e dek bir ''tarikat ağı'' kuruldu. Bunlar daha sonra ''vakıf kimliğine'' bürünüp ANAP iktidarınca da parasal olarak desteklendi. Unutmadan hemen ekleyelim: 12 Eylül'ün cuntacı ve üstelik 'katıksız Atatürk (!) paşaları'', tarikatların malvarlığına, yurtlarına el koymadı; onları korudu, kolladı. Çünkü tarikatçıların önde gelenleri, o dönemde cuntacı, Atatürkçü (!) paşaların peşinde ibrikle dolaşıyor, ülkenin bölünmez bütünlüğü için çalışıyorlardı... Evet iktidarda ANAP vardı ve tarikatlar bu partinin kuyruğuna takılmışlardı artık. Başta İçişleri olmak üzere tüm bakanlıklarda örgütleniyor, kurdukları dershanelerle askeri liselere sızıyorlardı. Örnek mi?.. Belki kimi okurlarımız anımsar Akyazılı Vakfı'nı. Bu vakıf, yurdun dört bir yönünden -özellikle kırsal kesimden - yoksul aile çocuklarını toplayıp getiren bir tarikat kuruluşudur. Bugün Türkiye'nin pek çok yerleşim biriminde Akyazılı Dershaneleri ve Okulları ''örümcek ağı'' gibi yaygındır. 1987 yılında İzmir DGM'de ilginç bir dava başladı. Dinlenen tanıkların 23'u Maltepe Askeri Lisesi'nde öğrenciydi. İşte sanıklardan Mustafa Gönülal 'ın o tarihte DGM tutanaklarına geçen ifadesi: ''Akyazılı Dershanesi'nde 20 gün kadar kaldım. Bilahare kursu ikmal ettikten sonra Maltepe Askeri Lisesi'ne girebilmem için sağlık kurulundan geçerek rapor almam gerekiyordu. Önce özel bir klinikte muayene oldum. Belkemiğimde bir ariza olduğu için askeri liseye giremeyecektim. Ali Zeybek bizim din dersi öğretmenimizdi. Benim yerime bir başkasını muayeneye soktu. Benim belgelerim üzerindeki fotoğrafları, tanımadığım o kişinin fotoğraflarıyla değiştirdi. Tanımadığım kişi sağlam çıktığı için de ben Maltepe Askeri Lisesi'ne kaydoldum.'' 1971 doğumlu Taner Dündar: ''Rapor almak için Ankara'dan İzmir'e geldik. Hatay'da ilahiyat fakültesinin üst taraflarında bir eve yerleştik. Burada bir ay kaldık. Bu arada başka evlere gidip geliyorduk. Belimden rahatsız olduğum için benim yerime Necdet Durmak adlı kişi askeri hastanede muayene oldu. Bu kolaylığı İbrahim Belge yaptı. Ayrıca İbrahim Belge, evde bulunduğu sırada Said-i Nursi'nin Risale-i Nur adlı kitabını okuyarak bize açıklamalarda bulunuyordu. Sızıntı dergisi ve bazı kitapları okuyordu. Bu düzenin iyi olmadığını, Fethullah Hoca’nın sayesinde ileride bu düzenin değişerek yerine şeriat düzeninin geleceğini söylüyordu. Bu arada yanımda Murat Bulut, Necdet Durmaz, Murat Altın ve Polat Çiçek bulunuyordu.'' Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesindeki askeri okullara ''tarikat pansiyonlarında'' yetiştirilip sızdırılan 92 öğrencinin kaydı, yine 1987 yılında haziran ayında silindi... Bizim tüm bu anlattıklarımız, ''çokseslilik'' maskesiyle ortalıkta dolaşanlara, kanlı Sivas olaylarını yaratanlara sanırım ışık tutuyordu. O nedenle de Cumhuriyet gazetesine karşı aynı çevrelerden saldırı geliyordu. Yobaz çevrelerin tek amaçları vardı. Artık bunu her yerde açık seçik söylüyorlardı: ''Atatürk cumhuriyetini yıkmak ve yerine şeriat düzenini getirmek...'' Susacak mıydık?.. 24.7.1993 *** Laiklik düşmanları... Adı ve adresi bizde saklı olan bir genç okurumuz, gönderdiği mektupta, ''kara irtica''nın nasıl boy attığını anlatıyor uzun uzun. Okurumuz şöyle sesleniyor: ''27 yaşında, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nden mezun bir ziraat mühendisiyim. Şimdiye kadarki gözlemlerim sonucu, ülkemizin bütünüyle Sivas'taki iğrenç olaylara gebe olduğunu düşünüyorum. Koltuk sevdalısı politikacıların, servet düşkünü züppelerin, emperyalist güçlerin emellerine uşaklık eden yavşakların katkısıyla, benliğini yitirmiş bir nesil yetiştirilmiştir...'' Okurumuz ''Onun için'' deyip ekliyor: ''Saygı duyduğum değerlere hakaret eden vatan hainlerini şikâyet edeceğim bir devlet memuru olmadığını düşünüyorum. Atatürk'e sövme modasının yaşandığı, insani değerlerin ortaçağa döndürülmek istendiği bir zamanda, bizim gibi düşünen gençlere sizlerin sahip çıkacağınıza inanıyoruz...'' Genç okurumuz, 1993 Türkiye’sinde yaşanan çağdışı olaylara değiniyor. Kişinin yaşama hakkının elinden alındığını; Sivas, Başbağlar, Bahçesaray örneğiyle veriyor. Ardından da seksenli yıllarda yaşadığı olayları anlatıyor... Şöyle diyor okurumuz: ''Seksenli yıllarda öğrenimini tamamlamış bir vatandaş olarak, nasıl bir öğrenim ve eğitime tabi tutulduğumuzu, sizlere anlatmak istedim. Uşak’ın Esme Lisesi son sınıfındayken Süleyman Tırtıl ismindeki biyoloji öğretmenimizin, Atatürk'e dil uzatmaya başladığını duyduk. Bu şahıs, bizleri Üniversite sınavlarına hazırlık amacıyla İzmir'de Akyazılı isminde bir dershaneye kayıt ettirdi. Arkadaşlarımın çoğunluğu bunlara ait yurtlarda kaldı (yıl 1984). Bir aylık kurs bitiminde otuz arkadaşımızın, laiklik düşmanı, şeriat tutkunu bir tavır aldıklarını gördüm. Bunlardan altı arkadaş, imam-hatipten lisemize gelmişti: Özellikle bu arkadaşlarımızdan üçü, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne, diğer üçü de Siyasal Bilimler Fakültesi’ne kayıt oldular. Ben ise Erzurum Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi’ne yerleştim. Daha ilk kayda gittiğim gün, Üniversitenin kapısında beni bazı kişiler karşıladı. Ev kiraladıklarını ve yanlarına arkadaş aradıklarını söylediler. Okula başladığımda, beni evlerine götürdüler (Bu tip dini eğitim veren ve Türkiye düşmanı gençler yetiştiren 50 adet ev vardı). Eve uyum sağlayamadığım gerekçesiyle, beni Erzurum'da Selçuk adında bir yurda yerleştirdiler. Bir aya yakın bir süre içlerinde kaldım. Fikirlerim uyuşmadığı için Kredi Yurtlar Kurumu'nda yurt çıkar çıkmaz yanlarından ayrıldım. Peşimi bir yıl boyunca bırakmadılar. Bu evlerde ve yurtlarda, ilkokullusundan Üniversitelisine kadar insanlar kalıyordu. Günde yedi saat Said-i Nursi diye bir yobazın fikirlerini ders olarak öğretiyorlardı. Bu evlerde kalanlardan Üniversiteye gidenler, okullarına hiç gitmiyorlardı. Sınavlardan sınavlara fakülteye uğruyorlar, diğer zamanlarda bazı kişileri kazanmak için faaliyetlerde bulunuyorlardı. Yakacak, yağ, şeker, peynir ve et gibi yiyecekler, toplu olarak Ankara'dan bazı bakanlıklardan geliyordu. Devlet yurduna çıktığımda, gördüm ki buralarda da aynı tip düşünceye sahip insanlar hakimdi. Bir Cumhuriyet, bir Milliyet gazetesini gizli okuyabiliyorduk. Üniversitenin yemekhanesinden başka, açık hiçbir yer yoktu. Kantinlerimizin açılması için rektörlüğe ve valiliğe müracaat ettiysek de açtıramadık. Ramazanın beşinci günü, yemekhaneyi yaklaşık 200 kadar kişi bastı ve yemek yiyen arkadaşlarımızı dövmeye başladılar. Polisler geldi, olay önlendi, fakat karakola götürülen arkadaşların hepsi yemek yiyenlerdendi. 'Türkiye laiktir' diyen devlet adamlarına müracaatlarımız sonuçsuz kaldı. Gece sahura kalkmayan arkadaşlarımızla birlikte her tür baskıya maruz kaldık. Ayrıca şunu da söyleyeyim ki, fakültemdeki özellikle araştırma görevlisi ve doktorlar, aynı fikirde insanlar olduğu için, sınav soruları üç gün önceden müritlere dağıtılıyordu.'' Okurumuz daha sonra, Atatürk Üniversitesi'nden Ankara Ziraat Fakültesi’ne yatay geçiş yapıyor ve 1989 yılında birincilikle mezun oluyor. Ondan sonra? Askerliğini yapıyor. Üniversitede araştırma görevlisi olarak kalmak istiyor. Ama çok zor. Çünkü köktendinciler, ona ''geçit'' vermiyor. Sonunda bir kooperatife giriyor. Şimdilerde Ege'de bir ilçede görev yapıyor. Salihli'deki Bozdağ Öğrenci Yurdu'nda, Körfez Dershanesi'nde neler olup bittiğini anlatıyor uzun uzun. Kale İmam Hatip Öğrenci Yurdu'ndaki ''şeriat tutkunları''nın çalışmalarını yansıtıyor. Türkiye, ''irticanın karanlığına'' doğru, hızla sürüklenmek isteniyor... Neredesiniz Atatürk devrimlerinin savunucuları; söyler misiniz, neredesiniz? Bu yılgınlığınız, bu sessizliğiniz, bu korkaklığınız, bu umursamazlığınız neden? Söyler misiniz? Birinci bölümün sonu. *** İkinci Bölüm
'Sanki oyun oynuyorlar' Nurculuk konusunda ''yüzeysel bilgilerle'' yapılacak bir değerlendirme; Nurcuların ve onların zamanın içinde gelişen türevlerinin kendi ilkelerinden uzaklaştıklarını gösteriyor. Modern görünümleri altına gizledikleri din devleti amacına ulaşmak için her yolu meşru sayacak ölçüde siyasallaşıyorlardı. Oysa Nurculuğun amacı ''imanı kurtarmak, kalplere ilahi imanı yerleştirmek ve katiyen siyasetle uğraşmamaktan ibaret'' sayılmıştı. İslamiyetle siyaset arasına böyle bir sınır koyan Said Nursi, özel konuşmalarında tedbiri elden bırakmıyor ''siyasetin İslamiyete ait olabileceğini'' söylemekten kendini alamıyordu. Fethullah Gülen kim? Bir emekli vaiz... Okullar, yurtlar, hastaneler, şirketler... Yıllardır Gülen'in maskesini indiriyorduk!.. Ama kimseden 'tık' çıkmıyordu... Erbil Tusalp, 9 Temmuz 1994 yılında Cumhuriyet'te ''Din, Ticaret ve Siyaset'' başlıklı yazı dizisinde 'Işık Evleri'ni anlatıyor, ben ise ''Fethullahçıları'' her gün köşeme taşıyordum... Peki tüm bunlar yazılıp çizilirken siyasal ve devlet erki ne yapıyordu? Medya neden susuyor, hiç umursamıyordu? Sadece seyrediyordu... Sahte sağlık raporlarıyla askeri liselere nasıl öğrenci sokuluyordu, Akyazılı Vakfı hangi amaçla kurulmuştu? Ne demiştik? Medya susuyordu! Herkes Fethullahçı kesilmişti... Ankara Gazi Çiftliği’nde bir ev, Keçiören'de Meltem Apartmanı, Aydınlıkevler'de bir kurs, Siteler Ulubey'de bir başka ev, Cebeci'de Nur Apartmanı’nda, İstanbul Çengelköy, Kadıköy, Çukurbostan, Topkapı, Güngören, Bakırköy, Bayrampaşa ve Beyazıt'taki evler ve kurslarda; Kayseri, Manisa, Aydin, Samsun, Eskişehir’de evler, yurtlar ve dershanelerde, ''İslami yasamak isteyen'' insanlar üretiliyordu. ''Parasız özel kurslarda, derslerde ayrı olarak öğrencilere dini eğitim verildiği, namaz kıldırıldığı, zaman zaman Nur Risaleleri'nin okunup açıklandığı ve şeraiti ovucu sözler söylendiği, askeri lise sınavlarına girecek öğrencilerden bazılarının imtihan yerlerine bizzat kurs görevlileri tarafından götürüldükleri, kendilerine imtihan süresince yatacak yer ve yiyecek sağlandığı; kazanan öğrencilerin sağlık muayenelerinde çürük çıkarak askeri liseye kayıt haklarını kaybetmemeleri için her yolu denedikleri, hatta muayene kağıtlarındaki fotoğrafları değiştirerek ve sahtekârlık yaparak, sakat öğrencilerin yerine sağlam öğrencileri muayeneye sokup sağlam raporu aldıkları; İzmir Maltepe Askeri Lisesi'nde öğrenimlerine başlamalarından sonra bu öğrencilerle temaslarını sürdürdükleri; hafta sonlarında bunları arkadaşlarıyla 4-5 kişilik gruplar halinde, belli yerlerden özel arabalarla alıp, İzmir'de Hatay, Balçova, Buca, Bozkaya ve Yeşilyurt gibi semtlerde bulunan cemiyet mensubu kişilere ait evlere ve Basmane'deki... adlı bir ticarethanenin üst katındaki odaya götürüp onlara yemek yedirdikleri, video ve bilgisayar oyunlarıyla hoşça vakit geçirmelerini sağladıkları, daha sonra da dini konularda filmler izlettirildiği saptanıyordu. Örgütçülük oynuyorlardı Sanık olarak yargıç karşısına çıkarılan 14 ''şeriat kurbanının'' savunmalarında söyledikleriyse, çok daha korkunçtu. Oyun çağında yatılı öğrenci olmanın verdiği sıkıntıyla, örgütçülük oynayan Çocuklar gibiydiler. Gizli buluşma yerleri, son model arabalar, izleniyor olma heyecanı, sır saklamanın hoşluğu, birkaç saat olsa da üniformalarından kurtulma sevinci, kurslar, yemekler, videolar, elektronik oyunlar, şehirlerarası yolculuklar, yaz kampları ve yeni insanlarla bir arada olmanın çekiciliğiyle oynanan ''bir oyunun'' içindeydiler. ''İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin 13.12.1988 tarih ve 1987/86 esas, 1988/72 karar sayılı karar ve Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin 18.1.1988 tarih ve 1987/ 5315 esas, 1988/386 karar sayılı onayı'' bunların ne anlama geldiğini anlatıyor olsa da, küçücük Çocukları bu ''karanlık oyunun'' içine batmaktan kimse kurtaramıyordu: ''Karnını dahi doyuramayan nice yoksul öğrenciler ortada dururken, her türlü ihtiyaçları devlet tarafından karşılanan askeri lise öğrencilerine kucak açıp; onları hafta sonu tatillerinde gruplar halinde değişik evlerde toplayarak yedirip içirip, atari, video gibi oldukça pahalı elektronik aletlerle eğlendirmeyi iyi niyetle yapılmış hayırsever bir faaliyet olarak izah etmek mümkün değildir. Askeri lise öğrencilerine hiçbir maddi karşılık gözetilmeksizin yapılan fedakârlıkların mutlaka bir bedeli olacaktır. İşte bu bedel de, davamıza konu olan illegal Nurculuk cemiyetinin fikirlerinin yayılması ve ileride devletin üst kademelerinde yetki ve görev alacak gençlerin Nurculuğa kazandırılarak, nihai amaca ulaşmada karşılaşılabilecek bazı engellerin ortadan kaldırılmasıdır.''
Yaşları 15-16 olan çocuklar, anlatılanları elbette ilgiyle dinliyorlardı. A.S.'nin ''Said Nursi'nin yobaz olup olmadığı'' sorusunu, H.U., ''Yobaz olur mu, o kitap yazmış aydındır. Alay komutanlığı yapmış bir kişidir'' diye yanıtlıyordu. On beşinde koskoca adamlar, ülke sorunlarını tartışıyorlardı. Sanık E.T., Salihli'den A.G. ile Soma'dan S.S.'yi, yaz tatilinde, Urla'daki bir kampa götürüyordu. Yüzüyor, güneşleniyor ve söyleşiyorlardı. Kod adları Osman, Erkan, Yakup, Fatih olan kişiler, Nur Risaleleri'ni okuyup açıklıyorlar ve şeriatın faydalarından söz ediyorlar; herkesten kesin gizlilik istiyorlardı. On altısında büyük askerler, ilan edilmemiş bir savaşı yaşıyorlardı. Küçücük çocukların gelecekleri üzerinde oynanan bu acımasız oyun, okuldan atılmalarla, yargılanmalarla ve cezaevleriyle sonuçlanacaktı. Onları bu oyuna sokanlara ise bir dergiye yorum yazmaktan başka yapılacak hiçbir şey kalmayacaktı. Modern görünümleriyle demokrasi postuna bürünecekler; ''Askerin tanrısına yakarması serbest ama, tarikata girmesi yasak'' başlıklı ucuz eleştirileri, tarihin yargısına bırakacaklardı. Kimi eline silah alıp Allah aşkına öldürmeye başlayacak, kimi Nurculuğun yeni karanlık yorumlarında koşturacaktı. Anayasaları Kuran Onlar başından beri ''Kuran'dan başka anayasa'' tanımadılar. Ama şimdilik yürürlükte olan anayasada ''Belli bir inanç ve dinsel görüşü benimsemek, inanmak hakkı; bu inanca bağlı olarak, ibadet, tören ve ayin yapabilmek hakkı; örgütlenmek ve cemaat oluşturmak hakkı; dinsel görüşlerini açıklamak, ibadete katılmak hakkı; devletten dinsel inançlarına saldırıların önlenmesini isteme hakkı'' gibi temel hak ve özgürlükleri vardı. Madem anayasal haklarıydı; o zaman bu haklarını, cami, kışla ve okul demeden her yerde kullanabilmeliydiler. Oysa onların ''görmedikleri'' medyadaki yandaşlarının ''göstermek istedikleri'' küçük bir ayrıntı daha vardı. Tartışmanın bu noktasında susuyor, konuşmuyor ve duymuyorlardı. ''Hiç kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandıramazdı. Siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla, her ne suretle olursa olsun, din veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamazdı.'' Şeriat karşıtlarının bu hakları ''İslam modernizmi'' ya da ''devleti İslamla barıştırma'' gibi dış kaynaklı projeler arasında ''gürültüye'' getiriliyordu. Hem Nurcu hem de demokrat Nurculuk konusunda ''yüzeysel bilgilerle'' yapılacak bir değerlendirme; Nurcuların ve onların zamanın içinde gelişen türevlerinin kendi ilkelerinden uzaklaştıklarını gösteriyor. Modern görünümleri altına gizledikleri din devleti amacına ulaşmak için her yolu meşru sayacak ölçüde siyasallaşıyorlardı. Oysa Nurculuğun amacı ''imanı kurtarmak, kalplere ilahi imanı yerleştirmek ve katiyen siyasetle uğraşmamaktan ibaret'' sayılmıştı. İslamiyetle siyaset arasına böyle bir sinir koyan Said Nursi, özel konuşmalarında tedbiri elden bırakmıyor ''siyasetin İslamiyete ait olabileceğini'' söylemekten kendini alamıyordu. Nurculuğun günümüze uzanan, zaman içindeki izdüşümlerinin ''inandıkları gibi yaşamak'' adıyla sundukları; inanç özgürlüğüne dayandırmaya kalkıştıkları politika, işte bu noktada gerçek yüzünü gösteriyor. Said Nursi'nin inandıklarına ve önerdiklerine inanıyorlarsa, onun yolunu izliyorlarsa; siyaset bilimi açısından demokrasi yanlısı görünmeleri olanaksız. Çünkü ''Gerçekten Nurculuğa göre devletin resmi dini bulunmalı, hükûmet şeriatın koruyuculuğunu yapmalı, anayasa Kuran olmalıdır. Devlet yönetimi de bir ulema heyetine bırakılmalıdır. Bu bakımdan Said Nursi'ye göre laikliği ilke olarak koyan cumhuriyet anayasaları, şeriat esaslarına aykırıdır.'' Hem demokrasiden yana görünüp hem de Nurcu olmanın pratiği olmadığı gibi; bilimden yana Nurcu olmanın da geçerliliği yok. Çağdaş ölçüleri benimseyen bir insanın, Nurcu olması olanaksız. Çünkü; ''Kendisinde insanüstü yetenekler varsayan Said Nursi, kırk dakikada kitaplar yazmakta, günde yüz para veya bir kuruşla geçinmekte, yiyip içmeden yaşayabilmektedir. Doğaüstü güçlerle donatıldığını iddia ederken, 'Bir yaşındaki bebeklerin bile kendi manevi varlığını hissedip, koşarak ellerinden öptükleri'ni belirtmektedir.''
Nurculuğun bilimle ilişkisinin ölçüsünü ''Nurcularla, 'fevkalbeser' bir kişi ve Ibn-i Sina'yi, Ibn-i Ruşt'u ve Farabi'yi geride bırakan; bizzat muannit filozofları hayretlere gark eden, birçoklarını imana getiren'' bir bilgin sayılan Said Nursi'nin kendi sözlerinden çıkarmak olası. O, örneğin elektrik, meteor gibi fizik ve astronomik olayların bilimsel açıklamasını dine aykırı buluyordu. ''Bunların hepsinin izahının Kuran'da mevcut olduğunu'' söylüyor; bu açıklamaların fizik kanunlarına göre yapılmasını ''Kuran’ın kudretine ve hikmetine aykırı düşeceği'' savıyla reddediyordu. Zaman zaman ''birlik beraberlik'' nutukları atmaları, ''Türklük-Kürtlük'' ayrımına karşı çıkıyor görünerek ''Büyük Türk Milleti'' kurnazlığına başvurmaları da inandırıcı olmuyor. Üstelik bu tutumları Nurculuk öğretisiyle de çelişiyor. Çünkü Said Nursi, başkaldırı eylemlerine katılacak ölçüde bir Kürt milliyetçisiydi. Risalelerinde ''Ey Türkler ve Kürtler'' diye başlıyor; ''Ulusal Kurtuluş'u İslami kurtarmak'' koşuluyla destekliyor; Kurtuluş'u ''Garplılaşmak bahanesi altında seairi İslamiye aleyhine bir cereyan'' olarak yorumluyordu. Böylesi görüşlerle, oyun çağındaki çocukları kandırabiliyor; öteki dünyanın umutlarıyla gençleri kolayca yanıltıyorlardı. Yetişkinlerin uzattıkları oltayı ise, ''Vakıf, dernek, kooperatif, dershane, okul'' gibi çıkar ilişkileriyle yemliyorlardı. Karşıtlarının siyasal terminolojisi ile tavladıkları entelektüelleri de ''Müslüman aydın'' ya da ''İslamla barışma'' tuzağına düşürüyorlardı. Şeriat düzeni özlemlerini gizlemek için bin bir surat kılığında dolaşıyor olsalar da, amaçlarından asla vazgeçmiyorlardı. Kelebek gibi uçup, arı gibi soktukları, 1993 yılının şubat ayında, belgeleriyle bir kez daha ortaya çıkacaktı. Harp Okulları Yasa Tasarısı’nı görüşen, Türkiye Büyük Millet Meclisi Milli Eğitim Komisyonu'nda başlangıçta her şey normal gidiyordu. Tasarının Harp Okullarına alınacak öğrencilerle ilgili 37. maddesine komisyonda yapılan bir eklemeyle, okul kapıları imam-hatip lisesi mezunlarına açılıverdi. Demokrasinin dayanılmaz ağırlığı karşısında daha fazla direnemeyen SHP ve CHP'liler, ANAP’lı tarikatçı Bülent Çapanoğlu'nun eski bir pazarlığı anımsatmasına çok kızdılar. Çapanoğlu’na göre bu tasarı Meclis'e ilk kez gelmiyordu ve daha önce ANAP ve CHP arasında görüş birliği sağlanmıştı. SHP'liler CHP Genel Sekreteri'nin ''Imam-hatipliler vali olabiliyorlarsa'' diye başlayan atağına komisyonda bir değişiklik önergesi ile yanıt verdiler. Komisyonun SHP'li üç üyesinin imzasını taşıyan bu önerge ile tasarıdaki ''fen kolu'' koşulunun yanına ''edebiyat kolu'' da ekleniveriyordu. Sosyal demokratların katkılarıyla böylece, imam-hatiplilere ordu yolu açılıyor, takkeler sevinçten havaya fırlatılıyordu. ''Yüzde 99'u Müslüman olan'' Türkiye'de siyası partiler, ilkelerini rafa kaldırmışlar, hiçbir ayrım gözetmeden dindarların da, dincilerin de oylarına göz dikmişlerdi. Sorun Milli Savunma Komisyonu'nda çözümlenecek, İslami düzen yanlılarının Silahlı Kuvvetleri ele geçirme iştahları kursaklarında kalacaktı. Şeriat özlemlerine ''demokrasi gömleği'' giydirmeye kalkışan sahte dindarların, seslerini çıkaramayacağı bir başka belge de ''Tam 133 parça ekiyle, 38 sayfalık bir fezleke'' olarak elimizin altında duruyor. Devlete sızma çalışmalarına hiç ara vermiyorlar, ordudaki örgütlenmeleri ortaya çıkınca; kirli ellerini polise sokmaya çalışıyorlardı. Varlığını yadsıyamadıkları ''Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Teftiş Kurulu''nun 28.8.1992 tarih B.05.1.BGM. 060.01/15-92 sayılı fezlekesindeki kanıtlar; İzmir DGM'nin yargı belgelerindeki kanıtların aynısıydı. Olaylar, yöntemler, vakıflar, evler ve dershaneler ''özel adlarına'' varıncaya kadar, büyük benzerlik taşıyordu. Belgeler; askeri liselere sızmaya ve ordudaki örgütlenmeye maddi destek sağlayan ''Akyazılı'' markasının; polis Okullarına sızmak ve emniyet örgütüne de el atmak için de ''etkin bir kurum'' olduğunu gösteriyordu. Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığı’nın 10 Mart 1992 tarihli irtica raporunu ''PKK için hazırlanmış'' bir belge olarak sunan din tacirleri; Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Teftiş Kurulu Başkanlığı’nın 28 Ağustos 1992 tarihli fezlekesine de elbette İslami bir kılıf bulacaklardı. Kendi çevrelerine ''Demokrasiyi uygulamaya kalkmak, Allah'a karşı harp ilan etmektir'' diyorlar; müritlerine ''demokrasiyi bir küfür düzeni'' olarak tanıtıyorlardı. Sonra da ''inandığı gibi yasamak'' teziyle demokrasi kavgasının içine sızmaya çalışıyorlar; daha fazla demokrasi istiyorlardı. İslamin ''birey, hak ve özgürlükler, eşitlik, ulus, ulusal egemenlik'' konusundaki değiştirilemez yargılarını unutturmak için her turlu yalana başvuruyorlardı. Yalanlarını ''Hürriyet yine çarpıttı'', ''Milliyet kışkırtmaktan vazgeçmiyor'', ''Cumhuriyet basın ahlakını çiğnedi'' gibi saldırganlıklarla örtebileceklerini sanarak, bütün politikalarını yalana endeksliyorlardı. Bilgisayarının başına oturup ''PKK için hazırlanan bir raporu, hayali Fethullah Hoca örgütü için hazırlanmış gibi gösteriyor'' diye yalan ve kin üreten Müslüman yazar; ünlü Hocaefendi Hazretleri'nin ''doğruluğu ve hoşgörüyü savunacağını'' söylediği ''Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı''nın kurucuları arasında yer alacaktı. Sonra da hep birlikte ''basının içler acısı halinden'' yakınılacaktı. İii çok iyi biliyorlar, kılıcı çok iyi kuşanıyorlardı, ama yalanı çaresiz bir ''kader'' olarak yaşıyorlardı. Kuran'daki anlamıyla kaderin, ''ölçü'' demek olduğunu bile bilmiyorlardı. Polis ve orduda örgütlenme Sanık A.S. Fethullah Gülen'e bağımlılığı ve sempati duyma iddiasının asılsız olduğunu; sanık R.K. Fethullah Gülen grubuyla ilgili bilgisinin gazetelerden okuduğu kadar bulunduğunu; sanık B.C. Fethullah Gülen grubundan tanıdığı kimselerin bulunduğunu; sanık A.E. ise Gülen grubuyla bir irtibatı olmadığını söylüyor. Polis Akademisi'ndeki ''marifetlerini'' de örtmeye çabalıyorlardı. Onlara göre akademiden atılan bir öğrenci, ''okulda namaz kılan insanların'' adlarını alt alta yazıp bir senaryo düzenlemişti. Oysa şimdi her biri ülkenin bir köşesinde iç güvenlik örgütünün bir parçası olarak çalışan ''tanık polisler'' ifadelerinde ürkütücü şeyler söylüyorlardı. Dindarların ''akla uygun olanın, dine de uygun olacağı'' inancını gözlerini kırpmadan kötüye kullanan dinciler, cennete giden yollarını yalanla döşüyorlardı. Ankara Polis Akademisi'ndeki ''marifetlerini'' de yalanla örtmeye çabalıyorlardı. Onlara göre akademiden atılan bir öğrenci, geri alınma umuduyla ''okulda namaz kılan insanların'' adlarını alt alta yazıp bir senaryo düzenlemişti. Oysa şimdi her biri ülkenin bir köşesinde iç güvenlik örgütünün bir parçası olarak çalışan ''tanık polisler'' ifadelerinde ürkütücü şeyler söylüyorlardı. Soruşturma dosyasına 45 numaralı ek olarak giren ifade, şeriat yanlılarının aldıkları yolun bir kanıtıydı: ''Yukarıda açık kimliği belirlenen ....., günü saat 15.30'da müfettişliğimize tahsis edilen İzmir Emniyet Müdürlüğü binasındaki yerde huzura alindi, usulüne uygun olarak yemin ettirildi ve soruldu: Polis Akademisi'nden 1991 yılında mezun oldum. Bu öğrenim süresi içinde çeşitli derslerimize değişik öğretim üyeleri geliyorlardı. Adı... olan öğretim üyesi ders konularını işlerken bazı karşılaştırmalar yapıyor ve Batı’dan alınan hukuk sisteminin dejenere olduğunu, İslam hukukuna dayanan Mecelle'nin ise şeriat hükümlerini ihtiva ettiğinden daha meşru ve hoş olduğunu anlatıyordu. Adı... olan öğretim üyesi de Batılılaşmanın Türk sistemini bozduğunu söyleyerek harf ve kıyafet inkılabının toplumu geriye götürdüğünü ve kargaşaya sürüklediğini; Farsça ve Arapçanın geçmişte, toplumu yücelttiğini anlatırdı. Adı ... olan öğretim üyesi de bu hocamızdan geri kalmayarak aynı konuları işlerdi, o da şeriat düzenini övücü konulara girer, özellikle Tük-İslam sentezini işlerdi.'' * Antalya Emniyet Müdürlüğü’nde ... günü saat 15. 00'te ''huzura alınan komiser yardımcısı...'' ise örgütlenmeyi şöyle anlatacaktı: ''Ben 1987 yılında polis kolejini bitirerek polis akademisine girdim. Akademide derslere başladığımızda büyük hayal kırıklığına uğradım. Çünkü okulda belirgin bir şekilde irticai faaliyet olduğunu gördüm. 1991 yılında akademiyi bitirdim. 1987-88 ve 1990-91 dönemlerinde .... derslerine gelen .... adlı öğretim üyesi verdiği örneklerle konuyu irtica düzenine getirir, yaptığı kıyaslamalarla onun üstünlüğünü ispatlamaya çalışırdı. Su andaki rejimle bir yere varılamayacağını belirterek Osmanlı düzeninin daha iyi olduğunu anlatırdı. CMUK dersine giren hocamız ise konularına vakıf bir insandı. Şeriat düzenine olan özlemini dile getirir, öğrencilere lanse etmeye çalışırdı. Hukuk ve kriminoloji derslerine gelen ... hocamız gördüğüm kadarıyla öğretim üyeleri içerisinde en tehlikelisiydi. Çünkü hiçbir zaman doğru dürüst ders konularını islemez, tamamen şeriat düzeninin esaslarından bahsederdi. Atatürk ilke ve inkılaplarının şiddetli eleştiricisiydi. Ders sırasında görüşü doğrultusundaki öğrencileri on sıralara oturtur, din ve şeriat konularını açarak sürekli onlarla konuşurdu. Öğretim kadrosuyla ilgili bildiklerim bundan ibarettir. Okul içerisinde, öğrenci kesiminden büyük bir grup zaten bunların görüşü doğrultusunda hareket ediyordu. Gerek öğretim üyeleri gerekse okul idaresi, bu görüşteki öğrencilere daha toleranslı davranıyordu. Okuldaki bütün sorumlular dinci grubun içerisinden seçiliyor, hatta okulu bitirdiklerinde de genellikle eğitim ve öğretim kurumlarına yerleştiriliyorlardı.'' Tanıklar, bir polis okulunda yaşananları anlatmakla kalmıyor, ülkenin başkentindeki kayıtsızlığa da değiniyordu. Bilgiler doğru Sanık olarak ifadelerine başvurulanlara gelince, hiçbirinin ''Fethullah Gülen grubunu'' yadsımadığı, ancak tümünün ''bu grupla ilişkiyi reddettiği'' görülüyor. Örneğin sanık A.S. Fethullah Gülen'e bağımlılığı ve sempati duyma iddiasının asılsız olduğunu; sanık R.K. Fethullah Gülen grubuyla ilgili bilgisinin gazetelerden okuduğu kadar bulunduğunu; sanık B.C. Fethullah Gülen grubundan tanıdığı kimselerin bulunduğunu; sanık A.E. ise Gülen grubuyla bir irtibatı olmadığını söylüyor.
38 sayfalık fezlekenin ''tahlil'' başlıklı bölümü, insani bir kez daha düşünmeye zorluyor: ''Müşteki Rafet Yılmaz gerek tarafımıza verdiği ifadede, gerekse kendi el yazısıyla yazdığı mektuplarda polis akademisi başta olmak üzere emniyet teşkilatının birçok kademesinde bulunan şahısların Fethullah Gülen grubunun görüşleri doğrultusunda faaliyet gösterdiğini açıklamıştır. (Ek: 9-11) Bu örgütlenmenin yapılanması, eğitim faaliyetleri ve illegalitesi hakkındaki hususlarda itiraflarda bulunmuştur. (Ek:9) Rafet Yılmaz’ın verdiği bilgiler ışığında itiraf ve mektuplardaki konular üzerinde tarafımızdan geniş bir araştırma çalışması yapılmış ve ifadelerinin doğruluğu elde edilen belge ve tanık ifadelerinden anlaşılmıştır. Elde edilen bilgi ve verilere göre operasyona yönelik daha geniş bir inceleme ve tespitin yapılması amacıyla, makamın emirleri üzerine konu İstihbarat Daire Başkanlığı’na aktarılmış, bu birinin yaptığı araştırmalarda da Rafet Yılmaz tarafından verilen bilgilerin doğru olduğu saptanmıştır. (Ek: 20-21). Devletin temel nizamini dini inanç ve esaslar üzerine oturtmak amacıyla faaliyet gösteren ve stratejik amacına ulaşmak için bir örgüt yapılanması içerisine giren, siyasal iktidarı bir ihtilal hareketiyle ele geçirmek için teorik ve pratik eğitim aşamasına giren bu örgütün temel hareket noktası Said Nursi tarafından kurulan ve onun çeşitli fraksiyonlarından biri olan Fethullah Gülen tarafından organize edilmektedir. Teori, bir siyası hareket için gereklidir. Amaca ulaşmak için pratiğin esas hareket noktası olarak kabul edilir. Bu grubun nihai hedefi olan siyası iktidarı ele geçirmek amacıyla çeşitli örgütlenme biçimlerine girdiği gözlemlenmektedir. Örgüt içinde çalışmış Rafet Yılmaz’ın da ifade ettiği gibi mevcut durumdaki amacın, hedefe ulaşacak ve devlet kademesindeki belli kadrolara yeterli eleman yetiştirmek olduğu ifade edilmektedir. Bu amaçla, devletin varlığının temel koruyucu ve kollayıcısı olan emniyet teşkilatında da amaca uygun bir örgütlenmeye gidildiği müşahede edilmektedir. Tarikat yuvaları... Kuyrukları sıkışınca ne yapacaklarını şaşırıp sağa sola saldırmaya kalkışıyorlar. Yıllardır din ve inanç özgürlüğünü maske olarak kullandıkları için, gerçek kimlikleri ortaya çıktığında ''şaşkın ördek'' gibi suya dalıyorlar. Aslında hepsi zavallı. Kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmüyorlar. Küplerini doldurup geleceklerini garantiye alıyorlar. Kırgızistan’da ''dolar'' ve ''mark''ları yiyip bitirip, sağa sola ''hayır isleri'' yaptıklarını yayıyorlar. Ellerinde ibrikle bakan kapılarında bekliyorlar. Ama devlet içinde örgütlüler. Birbirlerini kollamak birinci görevleri. Eğitimde kilit noktalara kendi adamlarını yerleştiriyorlar. Özellikle ANAP ve DYP içinde kadrolaşıyorlar. Kim bunlar? Tarikatçılar... Akevleri Kooperatifi'nin eski Başkanı Süleyman Karagülle ''İslam ekonomi düzeni'' maskesi altında bir ''şeriat düzeni''ni savunuyor yıllardır. Zaman gazetesinden ''Komik Fehmi''nin kayınpederi olduğunu da Cumhuriyet okurları çok iyi biliyor. Akevler Kooperatifi Yönetim Kurulu üyelerinden ve hakem listesinde yer alan (9.2.1987'de İzmir 2. İş Mahkemesi'ne verilen belge) Hira Karagülle (Süleyman Karagülle’nin oğlu) su anda Kırıkkale Üniversitesi Mühendislik Fakültesi dekanıdır. Yine hakem listesinde yer alan Doc. Dr. Mehmet Tekelioğlu, Celal Bayar Üniversitesi Mühendislik Fakültesi dekanıdır. Naci Otmanboluk de su anda Balıkesir Mühendislik Fakültesi dekanıdır.
Bu kişiler yıllarca İzmir 9 Eylül Üniversitesi'nde eski ANAP’lı bakanlardan Ekrem Pakdemirli'nin oluşturduğu makine mühendisliği bölümünde yuvalandılar. Yıllarca ''tarikat'' ilişkilerini burada sürdürdüler. Atatürk devrim ve ilkelerine, laik cumhuriyete karşı öğrencilerin beyinlerini yıkadılar. YÖK içinde dal budak saldılar, ''Gardropcu Atatürkçülerle'' iş birliği yapıp 12 Eylül’ün ''cuntacı paşalarının'' himayesinde filizlenip boy attılar. Günlerdir bu tiplerin gerçek yüzlerini sergilemeye çalışıyoruz. Kanlı Sivas olaylarının ardından ne denli ikiyüzlü ve ''kan içici'' olduklarını ortaya koyuyoruz. Tek korkuları var bu şeriat özlemcilerinin: Foyalarının ortaya çıkması. Biz de bu tiplerin ''gerçek Müslüman olmadıklarını'', sağı solu dolandırdıklarını, topladıkları paraları yediklerini anlatınca da ''şeylerini yırtıp'' bağırıyorlar: ''Yalan dolan yazıyor Cumhuriyet gazetesi...'' Biz de diyoruz ki: ''O zaman bizi tekzip edin, mahkemeye verin. Ama önce Amerika'dan, Almanya'dan, Suudi Arabistan'dan gelen mark ve dolarları kimler gönderiyor, isimlerini açıklayın...'' Yanıt veriyorlar: ''Hayır vermeyiz. Ancak hakem heyetine veririz...'' Türkiye'de bağımsız adalet karar verir bu tur yolsuzluklara, hakemler değil... Akevler Kooperatifi'nde mağdur olan 14 kişinin avukatı Ahmet Sahin, 1987 yılında bu olayı nasıl anlatmıştı; bir kez daha anımsatalım: ''Kooperatif, ortak olarak kabul ettiği kişilerin arsalarını el altından satmıştır. Ortaklar ev sahibi olmak için girdikleri kooperatifte, arsalarının gerçek değerlerinden daha düşük gösterilerek satıldığını yıllar sonra anlamışlardır. Bir de garip bir hakem heyeti var kooperatifin. Yasaya göre eğer ortakla kooperatif arasında bir anlaşmazlık olursa bunu söz konusu hakem heyeti çözecek. Gelin görün ki bu hakem heyetinin tümü Akevler Kooperatifi'nin yöneticisi. Listenin başında da Süleyman Karagülle var... ''Tuzaklarla dolu Akevler Kooperatifi'nin bağlantısı eğitime dek uzanıyor. Örgütlü okullar, öğretmenler, YÖK içinde filizlenen ''kara irtica'' yardımcı doçentleri dekan yapıyor, profesörlüğe getiriyor. Bıkıp usanmadan anlatacağız bu tipleri... Nasıl örgütlendiklerini, gencecik insanları nasıl Atatürk ve laik cumhuriyet düşmanı olarak yetiştirdiklerini belgeleriyle, mahkeme tutanaklarıyla sergileyeceğiz.
Fethullah Gülen Hocaefendi'ye gelince... Eski defterin sayfalarını tek tek çevirmeye başlayalım isterseniz. Bir de Özel Yamanlar Lisesi'ne, İstanbul Fatih Lisesi'ne, Nilüfer ve Serhat özel liselerine bir bakalım. Manisa'nın Spil Dağı'nda, Fethiye'de, Avşa'da, Bolu'da kurulan ''tarikat kampları''nı kimler yönetiyor, parasal kaynakları nereden geliyor, bir araştıralım...
İyi olur değil mi? 7.8.1993 - Cumhuriyet *** Tarikat belgeleri... Bu panik niye? Tarikat Okullarına ilişkin haberlerin Cumhuriyet'te yer alması şeriatçı çevreleri yeniden telaşlandırdı. Üç gündür yerlerinde duramıyorlar. Açıklama üstüne açıklama yapıp kendilerini savunuyorlar. Diyorlar ki: ''Biz bölgedeki okuma imkânı bulamayan zeki çocuklara çağdaş eğitim ortamı sağlamak amacıyla özel erkek fen lisesi açıyoruz...'' Hangi amaçla açılıyor bu özel liseler? Yoksul, ama zeki çocukların okul giderlerini kimler karşılıyor? İlkokulu bitiren bu Çocuklar askeri liselere nasıl sokuluyor? Bu okullarda okuyan Çocuklara şeriat düzeninin bir gün mutlaka kurulacağını kimler anlatıyor?
İstanbul Özel Fatih Lisesi, Spil Dağı'nda kamp kuruyor. İstanbul'dan kalkıp Manisa'ya gelmenin ne olduğunu bilmeyen yok. Ellerinde, Arapça yazılmış pankartlar. Sözde Spil Dağı'nda ders çalışıyor öğrenciler. İstanbul'dan 500 kilometre ötede kamp kurmanın ne demek olduğunu anlatmaya da gerek yok. Zaten Fatih Lisesi'ni herkes tanıyor. Bursa Nilüfer, Ankara Samanyolu, İzmir Yamanlar, Van Serhat liseleri de ''aynı amaçlı'' özel okullar. Elbet bu saydığımız Okulları Milli Eğitim Bakanlığı müfettişleri denetliyor. Ancak Milli Eğitim Bakanlığı’nın yöneticilerinin büyük çoğunluğu ''tarikatçı'' ve onların koruması altında saydığımız okullar. İsterseniz bir örnek verelim: İzmir Özel Yamanlar Lisesi'nin binaları ''şeriat yuvası'' olarak adlandırılan Akyazılı Dershanesi'nindir. Şelale Özel Eğitim Yayıncılık Ticaret Limited Şirketi, Akyazılılar Dershanesi'nden bu binaları kiralamıştır. Özel Yamanlar Lisesi, Şelale Limited Şirketi tarafından yönetilmektedir. Akyazılı Dershanesi'nin Maltepe Askeri Lisesi'ne sahte sağlık raporuyla öğrenci soktuğu da İzmir DGM tutanaklarından anlaşılmaktadır. Öğrencilerin ifadesi ve iddianamede bu açık seçik bellidir. O zaman anlaşılıyor ki Şelale Limited Şirketi'yle Akyazılılar Vakfı arasında organik bir bağ vardır. Fethullah Gülen Hoca'ya gelince: Fethullah Hoca, 1975 yılında Kemalpaşa’nın Yiğitler Köyü'ndeki ''Nurcu Kampı''nı yöneten kişidir. O tarihte yakalanmış ve yargılanmıştır. Yine Fethullah Gülen, ANAP içinde kimi eski bakan ve milletvekilleriyle sıkı ilişki içinde olmuştur. Kimse bunlara dur diyemiyor. Kimi vakıfların kurduğu özel okullar. Bu okulların arkasında olan kurum ve kuruluşlar. Okullara parasal destek veren taşralı iş adamları. Tüm bunların arkasında olan ''malum gazete'' ile malvarlığı trilyonları bulduğu söylenen bir hoca. Tehlike giderek tırmanıyor. Gazeteleriyle, televizyonlarıyla laik cumhuriyete karşı tavırlarını giderek arttırıyorlar. PKK terörünü şıhlarla, şeyhlerle, hocalarla, tarikat liderleriyle çözmeye çalışan ve durmadan teori üreten karayobazlar, kendi kişisel çıkarlarıyla birlikte hedeflerine adım adım ilerliyorlar. Şimdilerde Terörle Mücadele Yasa Tasarısı'nın anayasaya aykırı olduğunu öne sürenler, TCK'nin 163. maddesinin hortlayacağını yazıp çiziyorlar. Üniversiteleri medrese ve tekke yapmak isteyenler, sözde bilim adamlarını da konuşturup kamuoyu oluşturma amacındalar.
Şimdi DGM tutanaklarına bir göz atalım... Esas: 1987/86-Karar: 1988/72 sayılı dosyadan bir bölüm: ''...Toplanan delillere ve dosya içeriğine nazaran suçları sabit görülen bu sanıkların eylemleri, sanık vekillerinin savunmalarında belirttikleri gibi münferit olarak Maltepe Askeri Lisesi öğrencilerine Nur Risalesi okumaktan ibaret değildir. Gerek suçları sabit görülen bu sanıklar ve gerekse daha önce haklarında aynı suçtan mahkumiyet kararı verilip kesinleşen İbrahim Belge ve Nihat Özdemir organize bir teşkilat oluşturup bilinçli olarak görev taksimi yapmışlar, kendilerinin benimsediği Nurculuğu ileride yüksek mevkilere geçecek gençlere aşılamak için faaliyete geçmişler ve bu faaliyetleri cümlesinden olarak: Önce ortaokulların son sınıflarında okuyan ve başarılı olan fakir aile çocuklarını tespit etmişler, onlara sizleri fen liselerine ve askeri liselere sokacağız diye kurs vermeye başlamışlar, bu arada yavaş yavaş onlara Nur risaleleri okumak, dini konularda konuşmalar yapmak suretiyle Nurculuğu benimsetmeye başlamışlar. Maltepe Askeri Lisesi'ni kazanan öğrencileri bizzat İzmir'e getirmişler, İzmir'de karşılamışlar, onlara yatacak yer temin etmişler, raporları ile meşgul olmuşlar, öğrencileri önce özel doktora muayene ettirmişler, rahatsızlığı tespit edilenler yerine sağlam öğrencileri muayeneye göndermek suretiyle sahte sağlam raporları alıp öğrencilerin Maltepe Askeri Lisesi'ne girmelerini temin etmişler, okula başlamalarından sonra da öğrencileri rahat bırakmayıp onları Konyalılar, Ankaralılar gibi gruplara ayırıp aralarında pay etmişler, öğrencileri çeşitli semtlerdeki evlere dikkat çekmemek için kıyafetlerini önceden değiştirerek kendi vasıtaları ile götürmüşler, o evlerde onlara Nur Risaleleri okumuşlar, açıklamışlar, bu düzenin iyi olmadığını, ileride bu düzeni değiştirip şeriat düzeni getireceklerini, ileride yüksek mevkilere geldiklerinde bu konuda kendilerine yardımcı olacaklarını, şimdiki subayların dinsiz olduğunu, kendilerinin dinlerine bağlı yetişmelerini, laik düzeni kaldırıp İslami devlet kurmak için bunun şart olduğunu aşılamaya başlamışlardır.''
DGM tutanağında ayrıca ''Bu düzen iyi bir düzen değildir. İleride bu düzeni de değiştirerek şeriat düzeni getireceğiz'' diyen Fatih kod adlı İbrahim Belge'den söz edilmekte ve şöyle denilmektedir. ''Biz bu toplantılarda Fethullah Hoca’nın kasetlerini de dinledik.'' Tarikat kampları yurdun dört bir yanında gencecik insanlarla dolu. Atatürk ve laik Türkiye Cumhuriyeti düşmanı şeriatçılar bu kamplarda ortaokul ve lise çağındaki öğrencilerin beyinlerini yıkıyorlar. Kimse bunlara ''dur'' diyemiyor. Kimse kanlı Sivas olaylarından ders çıkarmıyor... 8.8.1993 - Cumhuriyet *** Medrese eğitimi mi?
Bugün kimi Üniversitelerde laik düzene ve bilime meydan okuyan rektörler ve öğretim üyeleri kimden destek görüyor; bu kişileri kimler koruyup kolluyor? Üniversiteler, laik cumhuriyetin birer bilim kurumu olduğuna göre, oralara yerleşen öğretim üyeleri, çağdışı kafalarıyla bu ülkenin gençlerini hangi amaçları doğrultusunda eğitecekler? Son bir yıl içindeki gelişmeleri dikkatle izlemenizde oldukça yarar vardır. Biz bu köşede bıkmadan, usanmadan Türkiye'deki ''tarikatçı gelişmeleri'' aktarmaya çalışıyoruz. Bu gelişmelerin laik cumhuriyete karşı bir eylem hazırlığı olduğunu, bu işin de bilim kurumları olan Üniversitelerden başlatıldığını yazıyoruz.
Salt Üniversiteler mi? Hayır! Kimi vakıfların kurduğu özel okullar. Bu Okulların arkasında olan kurum ve kuruluşlar. Okullara parasal destek veren taşralı iş adamları. Tüm bunların arkasında olan ''malum gazete'' ile malvarlığı trilyonları bulduğu söylenen bir hoca. Tehlike giderek tırmanıyor. Gazeteleriyle, televizyonlarıyla laik cumhuriyete karşı tavırlarını giderek arttırıyorlar. Şanlıurfa’daki Harran Üniversitesi'nde olup bitenleri acaba bu ülkenin Başbakanı, Milli Eğitim Bakanı, YÖK Başkanı biliyor mu? 30 yıldır Nurculuğun gelişmesinde büyük caba harcadığı öne sürülen Abdulkadir Badıllı ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nca kurulan İstanbul'daki Haseki Eğitim Merkezi'nde ''fıkıh ve hadis'' dersleri veren eski Şanlıurfa Müftüsü Halil Gönenç'e Harran Üniversitesi neden ''Fahri İlahiyat Doktoru'' unvanını vermiştir? Harran Üniversitesi Rektörü bir medresenin ya da tekkenin başında değildir. Rektörün kimliğini bilim adamları çok iyi bilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Harran Üniversitesi'nde yaşanan bu çağdışı olay, insanın tüylerini diken diken etmektedir. İki Nurcu, Türkiye Cumhuriyeti Harran Üniversitesi'nden onursal doktora alıyor ve tüm basın gözlerini kapayıp olup bitenleri sadece izliyor. Neyin adına? Düşünce ve inanç özgürlüğü için mi, yoksa demokrasi ve insan haklarına saygılı oldukları için mi? Üniversiteler bir dönem, demokratik düzene darbe düzenleyen Kenan Evren'e de onursal hukuk doktorluğu vermek için yarışa başlamışlardı. Aynı yöntemi, 1983 sonrası Turgut Özal'a, birkaç ay önce de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e uygulamışlardı. Türkiye'de PKK terörü ülkeyi ne denli bölmek istiyorsa karayobazlar da gazeteleri ve televizyonlarıyla laik düzeni devirmek için o denli harekete geçiyorlar. Tehlike giderek büyüyor... Dumlupınar Üniversitesi Senatosu'nun bildirisini okudunuz, pek çok Üniversitede olup bitenleri bu köşede zaman zaman izlediniz... Üniversiteleri medrese ve tekke yapmayı amaçlayan bir düşünce, bilim kurumlarına giderek egemen oluyor. Laik bilim kurumları Said-i Nursi'nin müritleri tarafından kuşatılıyor. Nurcular onursal doktora verilerek ödüllendiriliyor. Atatürk' un kurduğu laik Türkiye Cumhuriyeti'nin temeline dinamit konuluyor. Adamlar açık açık şöyle diyor: ''Güneydoğu’ya ayrı bir eğitim modeli uygulansın...'' Nedir bu model? Said-i Nursi'nin eğitim anlayışı... Van'daki Serhat Özel Lisesi, Akyazılılar Vakfı'nındır. Bu okulda neler olup bittiğini belki Milli Eğitim Bakanlığı müfettişleri bulup çıkarırlar. Sadece Van'daki Serhat Özel Erkek Lisesi mi? Şöyle bir araştırılsın, tarikatların kurduğu özel liseler bir bir saptansın, göreceksiniz neler çıkacak... Elbet bir de Üniversitelere el atılmalı. YÖK, bilim yuvalarının ne hale geldiğini kış uykusundan uyanıp görmeli. Oralarda, bilim kurumlarının nasıl çağdışı bir yapıya kavuşturulduğunu saptamalı. Evet, dun 10 Kasım’dı. Bağımsızlık savasımızın, 1923 Devrimi'nin önderi Mustafa Kemal'in olumunun 55. yılıydı. İşte Atam, ölümünden 55 yıl sonra, bize emanet ettiğin laik Türkiye Cumhuriyeti'nin görünümü böyle. Seni çok üzdüm biliyorum. Ama gerçek de bu. Ne yapayım?.. 11.11.1993 – Cumhuriyet *** Kurnaz tilki... Tarikatçıları azıttıkça azıtıyorlar. Laik cumhuriyete karşı saldırılarını giderek yoğunlaştırırken PKK terörünün kökünü kazımak bahanesiyle ''tarikatlara'' yol gösteriyorlar. Amaçları PKK terörünü önlemek için çözüm üretmek değil... Nedir amaçları? Laik cumhuriyeti yıkıp yerine dini esaslara dayalı ''şeriat devleti''ni kurmak... Yeni bir slogan ürettiler şimdilerde: ''Müslümanlar kardeştir...'' Hayır! ''İnsanlar kardeştir...'' Diyorlar ki: ''Böyle bir ortamda daha çok Naim hocalara ihtiyaç var...'' PKK terörünü şıhlarla, şeyhlerle, hocalarla, tarikat liderleriyle çözmeye çalışan ve durmadan teori üreten karayobazlar, kendi kişisel çıkarlarıyla birlikte hedeflerine adım adım ilerliyorlar. Şimdilerde Terörle Mücadele Yasa Tasarısı'nın anayasaya aykırı olduğunu öne sürenler, TCK'nin 163. maddesinin hortlayacağını yazıp çiziyorlar. Üniversiteleri medrese ve tekke yapmak isteyenler, sözde bilim adamlarını da konuşturup kamuoyu oluşturma amacındalar. Ne diyorlar? Şöyle: ''Sağlıklı ortamlarda Müslümanların gelişmesinden ürkenler, Müslümanları terörle aynı kefeye koymak istiyorlar. Yani getirilecek 8. madde teknik olarak 163'ten daha tehlikeli...'' TBMM'ye verilen Terörle Mücadele Yasa Tasarısı’nın 8. maddesindeki eski biçimine bakalım önce... ''Hani yöntem, maksat ve düşünce ile olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedef alan yazılı ve sözlü propaganda ile toplantı, gösteri ve yürüyüş yapılamaz. Yapanlar hakkında 2 yıldan 5 yıla kadar ağır hapis ve 50 milyon liradan 100 milyon liraya kadar ağır para cezası hükmolunur...'' Eski biçimi böyle... Ya yeni biçimi? Sadece ''cumhuriyetin laik niteliğini'' tümcesi eklenip şöyle oluyor 8. madde: ''Hangi yöntem, maksat ve düşünce ile olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin şeklini, cumhuriyetin laik niteliğini...'' Tarikatçıların sadece ''laik cumhuriyet'' tümcesi üzerinde durup 8. maddeyi TCK'nin 163. maddesiyle eşdeğer kılmalarının nedenini hiç duşundunuz mu? Kepenk ve kontak kapama eylemlerini bile ''suç öğesi'' sayıp terör kapsamına alan Terörle Mücadele Yasası'nın eski biçimine göz yuman tarikat odakları ''laik cumhuriyet'' denildiğinde neredeyse ayaklanacaklar... İşte bunların demokrasi ile kişi ve temel hak ve özgürlüklerine bakışının en somut örneği bu yazdıklarımız... ''Laik cumhuriyet'' denildiği zaman ''Müslümanlara baskı yapılıyor'' yaygarasını basan bu karayobazlar gazeteleriyle, televizyonlarıyla ortalığı ayağa kaldırıyorlar. Ardından da ''laikliğin tarif edilmesi gerekir'' diyorlar. Yüzlerine ''demokratikleşme'' maskesi takanların amaçlarının ne olduğunu Cumhuriyet okurları çok iyi bildiği için uzun uzun anlatmaya gerek yok. Laik cumhuriyetten korkan ve bu nedenle ''Bölücülerle dindarları aynı kefeye koyuyor'' diyenlere bir çift sözümüz var. Biz şöyle diyoruz: ''Antidemokratik yasalarla, baskılarla gazetelere getirilen yasaklarla terör önlenemez. Terörün reçetesi demokratikleşmedir...'' Haydi bakalım sizler bu konuda neler düşünüyorsunuz, söyleyin? Hocaları, şeyhleri, şıhları Güneydoğu’daki PKK terörünü çözmek için yola çıkarmaya, tarikat vakıflarını Milli Eğitim'e bulaştırmaya çalışan ''karayobazlar'' medrese ve tekke eğitimini gündeme getirmek için yarışa geçtiler. Terörle Mücadele Yasası'nda yer alan ''laik cumhuriyet'' tümcesini kaldırmak için harekete geçen bu çevrelerin tek amacı vardır unutmayın: ''Laik cumhuriyeti yıkmak...'' Bu nedenle halk deyişiyle ''farfara'' yapıyorlar. Demokratikleşmeyi kendilerine ''siper edip'' kurnaz bir tilki gibi ortalıkta dolaşıyorlar. Farkında mısınız? 14.11.1993 - Cumhuriyet *** Tarikatlara ödün üstüne ödün verildi Fethullah Efendi'nin Okullarında kaliteli eğitim veriliyormuş. Kaliteli eğitim veriliyor diye adamın cumhuriyet, laiklik ve Atatürk düşmanlığını görmezden mi geleceğiz?... Bir düşünceye en büyük zarar, o düşüncenin yanında yer alinarak verilir. Takiyyeci Fethullah da öyle yapıyor. Fethullah'la Türk cumhuriyetlerinde şeriat, İran şeriatı önlenemez; zira Fethullah’ın kendisi bizzat İran yanlısı ve İran'ın yapmak istediğinin aynısını yapıyor. Okullara Türkiye'den bol miktarda gerici yayın götürülmüş. Öğrenciler; bu yayınlarla koşullandırılıp yetiştiriliyorlar. Fethullah Gülen cemaatinin Orta Asya cumhuriyetlerindeki Okullarında neler oluyor. Bugün bu konuya gireceğim. Öğretmen Secaattin Elikci yıllar önce Fethullahçı Okulları anlatıyor. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'nin ulaşmak istediği hedefi çağdaş uygarlık olarak göstermiştir. Çağdaş uygarlığa ulaşmadaysa akla ve bilime öncelik tanımıştır. Büyük önder gelişmenin önündeki en büyük engelin gericilik olduğunu açıkça belirtmiştir. Gericiliğin yuvalanma, büyüme, gelişme ve güçlenme yerleri, hiç kuşkusuz, çeşitli tarikatlara bağlı tekke ve zaviyelerdi. Cumhuriyetin bu karanlık yuvalarıyla bir olamayacağını bilen ve anlayan büyük dahi, birer miskinlik ve tembellik yuvasından başka işlevi olmayan bu ortaçağ kurumlarını ikileme bile düşmeden kararlı bir şekilde kapatmış, tarikatlarla ilgili olarak da şu özdeyişsel sözleri söylemiştir: ''Efendiler ve ey ulus, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler ve mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın buyruğunu ve istediğini yapmak insan olmak için yeterlidir.'' Şimdi, birtakım politikacılar, devlet yöneticileri Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi'ndeki aymazlık ve sapkınlık uyarısına aldırmadan tarikat şeyhlerine ödün üstüne ödün veriyorlar. Devleti ele geçirme savını sık sık yineleyen bir tarikatı ılımlı(!) olarak tanımlıyorlar. Oysa ki Siyasal İslam’ın ılımlısı olmaz. Her türlü tarikatın nihai ereği devleti ele geçirmek ve ortaçağ yasalarını, yaşam biçimini topluma dayatmaktır. Bu tarikatlardan herhangi birisinin başarılı eğitim vermesi, onun yasadışı emellerinin görmezlikten gelinmesini zorunlu kılmadığı gibi, onu meşru da kılmaz. Devletin en önemli can damarlarına sızmasını bilen tarikatın lideri, müritlerine acele edilmeden ve zayiat verilmeden hedefe ulaşmaktan söz ediyor. Sayın Başbakan da kendisine bu durumla ilgili sorulan soruya ''İtham edilen tarafın yanıtına göre tavır alınacağını'' söylüyor. Hayret doğrusu!.. Ne ithamı? Adam her şeyi açık seçik söylüyor, ortada tiyatro oynatılmıyor. Dublör de yok. Olayı çarpıtmaya, ulusun gözünden kaçırmaya çalışanlar alemi aptal, kendilerini de dahi mi zannediyorlar?.. Neymiş efendim? Fethullah Efendi'nin okullarında kaliteli eğitim veriliyormuş. Kaliteli eğitim veriliyor diye adamın cumhuriyet, laiklik ve Atatürk düşmanlığını görmezden mi geleceğiz?.. Bir düşünceye en büyük zarar, o düşüncenin yanında yer alınarak verilir. Takiyyeci Fethullah da öyle yapıyor. Birtakım politikacıları, devlet adamlarını aldatarak en büyük emellerini yurtdışında, özellikle de Orta Asya'da gerçekleştiriyorlar. Bu okullarda Atatürk vitrin, bayrağımız, düşüncelerinin ambalajı, marşımız ve dilimiz de araç olarak kullanılıyor. Oralarda şeriat Arapçayla öğretildiğinde kötü, Türkçeyle verildiğinde iyi mi olacak? Böyle sahte kuramlarla göz boyayıcılığın cambazlığını yapanlar gerçek Atatürkçülere dinozor diye saldırmıyorlar mı? * Arkadaşım ödemek istemediğini görünce, himmet davası (cemaat içindeki bir çeşit şeriat mahkemesi- F.B.) açmışlar, ödemeye mecbur bırakılmış. Esnaftan zorla para topluyorlar. Somutlamak gerekirse, radikal İslamcı Selam gazetesi, Eylül 1997'de Gülen hakkında birkaç günlük dizi yazı yayımladı. Bağnaz İslamcı Akit gazetesindeki bir köşe yazarı, ''Papa-Gülen'' buluşmasını sert bir dille ve İslami zeminde eleştirerek; ''İslam siyaseti, her turlu Makyavelizm’in üstündedir'' mealinde bir ibare kullandı. Kadiri tarikatı mürşidi Haydar Baş, cemaatin yayın organı Yeni Mesaj gazetesinde, Papa buluşması münasebetiyle, Gülen ve Cemaatine açık bir mektup yazdı. Araştırmacı-yazar Faik Bulut, Fethullah Gülen'in maskesini düşürdü. Bulut, o nedenle Fethullahçılardan yoğun tepki aldı... Faik Bulut, "Kim Bu Fethullah Gülen" kitabında (Ozan Yayıncılık) gözlemlerini şöyle aktarıyor; Fethullah Gülen ve çevresi, son yıllarda kamuoyunu en çok meşgul eden bir camiayı temsil eder. Sabah gazetesinde Gülen hakanda yazı dizisi yapan Hulusi Turgut'un saptamasına göre, ''Türkiye ve yurtdışında yaklaşık 20 bin medrese ve okulu'' bulunan Nur hareketi hakkında olumlu ya da olumsuz görüş belirtenler olması çok olağan. Bu gelişmenin olumlu yani çokça tartışıldı basın ve medyada. Fakat, yaratılan ''imajı'' olumlu bulmayıp, kuşkuyla bakanların varlığı da bir gerçek. Okulların açılma gayesi, Altın Nesil'in ne yapacağı, gelecekteki rolü, Gülen ve çevresinin gerçek amacı vs. gibi meseleleri irdeleyip sorgulayanlar bulunuyor bu toplumda. Son örneğini, RP'nin yayın organı konumundaki Kanal 7 televizyonunda ''Sözün Özü'' adıyla program yapan Nazlı Ilıcak'ın 23 Şubat 1998 günkü açık oturumuna katılan İstanbul Büyükşehir eski Belediye Başkanı sosyal demokrat Nurettin Sözen'in söyledikleri teşkil ediyordu. Sözen, ''Okulların amacına ilişkin kuşkularını'' dile getirdi. 25 Şubat 1998 günü Kanal D'de Güneri Cıvaoğlu tarafından hazırlanan ''Durum'' programında konuşan emekli general Kemal Yavuz, ad vererek, ''Fethullah Gülen'in kim ve ne adla, hangi yetki ve sıfatla Papa ile buluştuğunu, Vatikan'daki Türkiye Büyükelçisi’nin nasıl bir gerekçeyle kendisini resmi protokolle karşılayıp ağırladığını'' sordu. ''Kuşkucu'' kesimin sadece laik ve Kemalist askeri çevrelerden geldiğini söylemek olanaksız. Tersine, kimi İslamcı/dinci çevrelerle bazı ülkücüler kafalarındaki soruları açıkça seslendiriyor. Ülkücülere göre, Gülen'in ''Türklüğü yayıyorum, Türkçe'yi dünyaya öğretiyorum'' gerekçesiyle yurtdışındaki cemaat okullarını savunması, tatmin edici ve samimi değil. Çünkü, orada öğretilen Türkçe olmaktan ziyade İngilizcedir. Gülen, geçen yıllarda ''başörtüsü teferruattır'' kabilinden bir söz söyleyince, başta ''turban takma'' mücadelesi veren öğrenciler olmak üzere hem Refahlı kesimlerden hem radikal İslamcılardan açık-kapalı eleştiriler aldı. İslamcı Cuma dergisi, tepkisini, habere eleştirel yaklaşımını kapak konusu yaparak dışa vurdu. Somutlamak gerekirse, radikal İslamcı Selam gazetesi, Eylül 1997'de Gülen hakkında birkaç günlük dizi yazı yayımladı. Bağnaz İslamcı Akit gazetesindeki bir köşe yazarı, ''Papa-Gülen'' buluşmasını sert bir dille ve İslami zeminde eleştirerek; ''İslam siyaseti, her turlu Makyavelizm’in üstündedir'' mealinde bir ibare kullandı. Kadiri tarikatı mürşidi Haydar Bas, cemaatin yayın organı Yeni Mesaj gazetesinde, Papa buluşması münasebetiyle, Gülen ve Cemaatine açık bir mektup yazdı. Sakarya'da bulunan Nakşi dergâhının bir kurulusu olan Hakikat dergisi, ''dinlerarası diyalog''u başlatan Gülen ve çevresini kastederek, ''Nurcular'' deyimine kafiyeli biçimde, ''Narcılar'' (cehennemlikler, cehennemde yanacak olanlar) ibaresini kapaktan anons etti. (bkz; Hakikat, Kasım 1996)
Nurcular nasıl para toplar?
Aynı dergahın ve Hakikat Vakfı'nın kurucu yöneticisi Ömer Ongut ise Gülen ve cemaatini kastederek, para/bağış toplama meselesinde su iddialara yer verdi: ''Fethullah (Gülen) böyle değildi. Davetlerden, ziyafetlerden kaçınırdı, yemezdi. Allah-u Teala da onu muhafaza ederdi. Bunu biliyorum. Ama sonra bu haramlara karıştı. Nam ve şöhret için oruçlu oruçsuz insanlara gösteriş davetleri verdi. Mini etekli hanımlar hizmetinde şöhret, nam ve gösteriş...'' (bkz; Ömer Ongut, Hakiki Müslümanlar ve Sahteleri, s. 18, Hakikat Neşriyat, 1996, İstanbul). Sakaryalı Nakşi şeyhi Ongut Hoca, ''Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir'' (Bakara: 86) mealindeki ayete dayanarak, Gülen çevresini, ''Böyle haram mahallere iftar ismini vermiş'' olmak ve ''iftarları alet ederek mini etekli hanımlarla oruçlu olanların da orucunu bozmak'' la (bkz; age, s. 18-19) suçluyor. Ömer Ongut'un Nur cemaatine ilişkin suçlama ve iddiaları bununla kalmıyor, kendi deyimiyle ''misallere'' yani örneklemelere dayanıyor. Şöyle ki: ''Bir taraftan iftar vereceğiz diye oltayı atıyorlar. Bir taraftan halkı kaz gibi yoluyorlar. Diğer taraftan, keyfi yollarla israf ediyorlar. O da haram, bu da haram; bunların neresi İslam? Yemeğe davet ediyorsunuz, gelenlerden para topluyorsunuz veya senet alıyorsunuz, senedi ödeyemeyenleri de icraya veriyorsunuz. Hadi din kurdunuz, Allah'tan korkmuyorsunuz. Halktan da utanmıyorsunuz. Biraz yemek verdim diye kişinin hanesini söndürüyorsunuz. Bir de bunu İslam dinini alet ederek yapıyorsunuz. Bu, İslam dininde hiç görülmüş müdür? Bu, ancak Nurculuk dinine yakışır. Eskiden padişahlar ve zenginler davet ederlerdi. Gelenlere diş kirası diye para verirlerdi. Siz hem davet ediyorsunuz, yemeğinizi yiyenin de dişlerini sokuyorsunuz. Bu İslam dini ile nasıl bağdaşır? Hiç böyle bir şey görülmüş müdür? Ancak bu, kurduğunuz Nurculuk dininin, dinden çıkmış türemelerinde görülüyor. Bu narcılık mı, Nurculuk mu? Size ibret maksadı ile birkaç misal veriyoruz. Bunlar icab ettiği zaman mahkemede hepsi açıklanacak. Gayemiz halkı, bölücülerin gaspçılığından kurtarmaktır. 1) İzmir'de bir gün bir arkadaş Nurcuların davetine icab ediyor. Dedi ki: 'Her zaman olduğu gibi cazgırların 'benden bu kadar, benden bu kadar' faslı bittikten sonra tahsildarlar makbuzlarla ve hazırlanmış senetlerle çıkıyorlar. Sıra ile. Sıra bize geldi. Bana da 'ne veriyorsun' demiyorlar. Sormadan, 'bu, su kadar verir' diye kendileri yazıyorlar. Bu çok büyük bir rakamdı. Bana da halkın içinde imzalattılar. Ben, isteksiz imzaladım. Bundan rücu (geri dönme/vazgeçme) edebilir miyim?' Edersin. Zira, isteksiz verilen şey zaten haramdır. Fakat (bağış diye imzalattırılan senedin bedelini) vermezsen, hemen icraya verirler. Eskiden eşkıyalar dağda soyarlardı. Bunlar da masada soyuyorlar...''
2) ''Çankırı’dan diğer bir arkadaş dedi ki: 'Bizden de talepte bulundular, bir şeyler vadettik. Günü geldi, tahsildarlar geldi. 'Ben böyle vadetmemiştim' dedim. Bu, 'bu yükü kaldırır' demişler, bir o kadar daha ilave ederek vadettiğimin üstünde (bir meblağ) yazmışlar. İstemediğim halde, benden aldılar.' 3) İzmit’ten bir arkadaş dedi ki: 'Gazeteci olmam hasebiyle davetlerine gidiyorum. 'Benden şu kadar, benden bu kadar' derken bir arkadaşın da kıymetli bir saati var. Her toplantıda 'benden de şu saat' diyor. Fakat ikinci toplantıda gene aynı saat çıkıyor...' 4) Yine İzmir'den bir kardeş anlattı: 'Bir alışveriş neticesinde vakıf tarafından bana ciro edilen birkaç senedi elden tahsil ettim. Tahsile gittiğimde borçlulardan biri; 'Bu, esasında benim borcum değil. Beni yemeğe çağırdılar ve orada yemek sonrası açık arttırma seklinde; 'benden şu kadar, ondan bu kadar' diyerek cazgırlar vasıtasıyla bu senetleri aldılar. İnanın su an bu senedi ödeyecek gücüm yok. Ama bulup buluşturdum, borç aldım, sana veriyorum' dedi. 'Bu parayı niçin vermiştin' dediğimde, 'zekât olarak' verdiğini söyledi. Ben de zekâtın bu şekilde verilemeyeceğini söyledim. 'Vallahi mahcubiyetimden verdim' dedi.' 5) Ankara'da iki arkadaşa senet imzalatmışlar. Senetleri ödemeyince icraya vermişler. Yine, bir kardeşimiz nakletti: 'Simsarlar esnafı davet etmeden evvel okullarının salonlarını gayet güzel süslüyorlar. Gelecek olanlar zengin ise, süslemeye daha bir önem veriliyor. Her simsar şehrin bir bölgesini alıyor ve orada tanıdığı esnaf, tüccar... Gözüne kestirdiği kişileri davet ediyor, ilk önce yemekler yeniyor; sonra, özel olarak hazırlanan üst kata çıkılıyor. Burada video ile yaptıkları icraatları anlatıp övünüyorlar: 'Biz şöyle hizmet ederiz, böyle büyük cemaatiz' kabilinden. Sonra simsarlardan biri esnaftanmış gibi kendini göstererek, 'Bunlar büyük iş yapıyorlar, benden şu kadar milyar' diyor. Her toplantıda böyle açılışı yapan birini bulunduruyorlar. Bir simsar da hep 'milyarlık' açılış yapıyor. Sonra her misafire kağıt veriliyor ve ödeyeceği parayı yazması isteniyor. Herkes bir şey yazdıktan sonra, kağıtlar toplanıyor ve mikrofonun başında duran simsara hepsini veriyorlar. Simsar başlıyor herkesin adını ve yazdığı miktarı okumaya. Böylece her şeyi ilan ediyorlar. Bu sırada başka bir simsar mikrofondan duyulacak şekilde tanıdığı kişiler için şöyle bağırıyor: 'O daha fazla verebilir. 5 milyon mu yazmış; yapın 8 milyon'. Tabii bu arada 5 milyon taahhüt eden kişi kıpkırmızı kesiliyor. Sırayla bütün isim ve meblağlar okunuyor, planlı oyunlar tezgahlanıyor ve iş geliyor senetleri imzalamaya. Herkese, vereceği miktara göre senet imzalattırıyorlar. Sonra zamanı gelince de kurt gönüllü olarak paraları almaya gidiyorlar.' Onların bütün faaliyetleri Nurculuk dinini kuvvetlendirmek için; halk ise, bunların İslam dininde olduğunu zannediyor. Bunu yalnızca Nurcular yapmıyor, Süleymancısı da Refahçısı da yapıyor... (bkz; Ongut, age, s. 20-27) Yeri geldi, değinelim; iddiaların doğru olup olmadığını saptayacak durumda değiliz. Ancak, bizzat Ömer Ongut Hoca'yla görüşmemizde, bize, ''bunların bir kısmı dava konusu oldu, ama bir şey tutturamadılar'' dedi. Benzer bir olayı, Adıyamanlı iş adamlarının Ocak 1998'teki toplantısına katılıp, ''Fethullah Hoca çevresinden bazıları, bir gecede trilyon topladı; ben de 500 milyon TL verdim'' diyen kişi anlattı. ''Peki, neden verdin, onca evsiz barksız Kürt göçmeni var, onlara yardım edemez miydin?'' sorusuna, ''Vallahi, nasıl olduğunu ben de anlayamadım.'' şeklinde yanıt verdi. Kuşkusuz, bu da tanık olmadığımız bir iddia, ama iddiaların benzerlik taşıması ilginç. Hoca'nın Okullarının hikayesi Fethullah Gülen, emekli bir vaiz. Resmi kayıtlarda "emekli maaşı'' ile geçiniyor. Bu yüzden, onca okulun yasal sahibi değil, olamaz. Gelgelelim, yakın-uzak çevresi veya kendine gönül vermiş kimselerin kurduğu okulların, ''kendi nasihat ve tavsiyesi'' ile hayata geçirildiğini belirtiyor Gülen. ''Okulları devlete devretmeye hazırım'' diyecek kadar da sahipleniyor. Ayrıca, basın ve medyadaki dizi yazı/programlar da ''Fethullah Gülen ve Okulları'' adıyla kamuoyuna duyuruluyor. Bu yüzden, kurucusu olmasa bile, ''fikir babası, teşvik edicisi, manevi öncüsü'' olduğu yolunda genel bir mutabakat var kamuoyunda. Bu bir yana, Gülen'e atfedilen okullarda okuduktan sonra, ''gerçeği görüp'' oralarda faaliyetleri anlatan iki öğrencinin basın açıklaması, toplumda yankı yarattı. Okullarda neler oluyor? Peki, ya tartışmaya neden olan okullara ilişkin iddia/anlatım/suçlamalar ne? Onu da, anılan iki öğrenciyle yapılan söyleşiyi içeren ve İstanbul Üniversitesi basımevinde 1998'de basılan, ''Hoca'nın Görünmeyen Yüzü: Okulları'' isimli kitaptan alıntılıyoruz: ''Bugün ortaya çıkarak, yıllarca birlikte yaşadığım bu cemaatin aldatmacalarını ortaya koymanın altında iki önemli neden var: 1. Onlarla birlikte olduğum süre boyunca yapılan baskı ve zorlamalar sonucu, iki buçuk yıl depresyon tanısıyla tedavi görmüş olmam... Benzer bir durumu halen yaşamakta olan bir diğer öğrencinin babasını tanımam. 2. Din adına korkunç bir sömürü düzeni kurarak, insanları aldatan ve toplumu ortaçağ karanlığına götürmek isteyen bu salgına, vatanını ve değerlerini seven bir kişi olarak dur diyebilmek... Okulun en başarılı öğrencisi olarak 2. ve 3. sınıflarda İmam-Hatip Ortaokulları bilgi yarışmasında yer alıyordum. Son sınıfta okulun yakınında bir evde yaşayan bazı ağabeyler, bizimle ilgilenmeye başladılar. Bizi evlerine davet ederek, 'derslerimize yardım edeceklerini' söylüyor, ayrıca bize çok hoş ikramlarda bulunuyorlardı. 1989-90 öğretim yılı boyunca evlerinde bize ders veren bu ağabeyleri, sınıftaki bir arkadaşım aracılığı ile tanıdım. Saatlerce bize ders anlatır, bilmediklerimizi öğretir, bu arada sohbet ederlerdi. Bu ağabeylerin, bizi çalıştırmaları karşılığında maddi hiçbir şey istememeleri bizim için bulunmaz fırsattı. Verdikleri derslere devam eden 6-7 öğrenciydik. Birgün geldi, 'neden böyle bize iyi davrandıklarını' sorduğumuzda; 'Bizler okullarımızı bitirdiğimizde öğretmen olmak istiyoruz. Sizlere ders anlatarak deneyim elde ediyoruz' dediler. Sözünü ettiğim ağabeyler, bana ilimli olmayı öğrettiler: Bizlere verilen eğitimin amacı İmam-Hatip Okullarında da, Fethullah cemaatinde de aynıydı. Yani, İslami bir toplumu yaratmak... İslam devleti kurmak. Bu amaca ulaşmada yol ve yöntem farklıydı. RP ve onun gibi tanımlayabileceğimiz radikal gruplar, kendilerini söylem ve faaliyetleriyle ortaya koyarken; F. Gülen cemaati, çok daha yumuşak ve ılımlı bir görüntü çizmeye çalışıyordu. Toplumsal tepki ve engellemeyle karşılaşmamak için, bize öğretilen yöntem 'nabza göre şerbet verme' anlayışı idi. Diğer insanlar, 'İslam’da kadınla tokalaşmak haramdır' deyip kadınlarla tokalaşmazlarken ve bir bakıma zihniyetlerini açıkça ortaya koyarken, bizim cemaatin elemanları-insanları tarafından kabul görmek için -kadınlarla bir arada olmaktan kaçınmazlar... Bu durumu başka bir örnekle daha açıklamak istiyorum: Mesela, Işık Evleri'nde kalan biz Nur talebeleri için, coca-cola içmek kesinlikle haramdır. Fakat cemaate yeni girecek veya yeni girmiş insanların evine gittiğimizde, bize ikram edilen cola'ları, 'haram ' diyen ağabeyler, bizden önce davranır içerlerdi. Daima uyumlu ve ılımlı bir görüntü vermek tedbir olarak vasıflandırılır. Ağabeylerle olduğumuz 9-10 ay süresinde, bizden hiçbir şey istemediler. Öylesine sıkı bir tedbir uyguluyorlardı ki, o insanları onca süre tanıyor olmamıza rağmen, namaz kıldıklarını, Zaman gazetesi ve Sızıntı dergisi okuduklarını, Fethullahçı olduklarını anlamamıştık. Bunları, geriye dönüşümüzün artık olmayacağı bir zamanda öğrendik. Bu uzun zaman diliminde gazetelerini, kitaplarını, namazlarını, ibadetlerini bizden sıkı biçimde sakladılar. Daha sonra bu yöntemi biz de öğrenecek ve yeni gelenlere, bize ve dostluğumuza alışıncaya kadar, hiçbir şey belli etmeyecektik. Bu gizliliğe, 'hizmette temel eğitim' yani 'tedbir' deniyor. Cemaat mensuplarına herhangi bir önyargı ile bakılmaması, onların tehlike olarak görülmemesi için, bu yönteme başvuruyorlar. Bu yöntem 'Işık Evleri' için çok gerekli. Ayrıca, kamuoyu içinde çok olumlu bir görüntü veriyorlar. Gerçek yüzlerini göstermezler. Bizi İzmir'e getiren ve o çok güvendiğimiz ağabeylerin gerçek yüzünü görmeye başladık. Bize, kalacağımız yurt için çok güzel şeyler anlatmışlardı. Oysa, kalacağımız yurt daha inşaat halindeydi. Ve yurdun bitirilmesi için, bizim de işçiler gibi günlerce çalışmamız gerekiyordu. Bize, 'Atatürk Lisesi'nde okuyacaksınız' demişlerdi, oysa beni Buca Lisesi'ne, N'yi ise Şirinyer Lisesi'ne kayıt yaptırdılar. Yeni yasam, yeni bir dünya... Dönmemek üzere bütün gemileri yakmış; bütün belgeleri onlara vermiştik. Okullara kaydımız yapılmıştı... Ağabeyler de zaten bunu çok iyi biliyorlardı. Böylece ailelerinden çeşitli vaatlerle kopartılmış, dünyayı tanımayan, hiçbir şey bilmeyen bir sürü zavallı çocuk... Artık, bu tarihten sonra bizim için yeni bir yasam başlıyordu: Fethullahçılık. Gerçek böyle... Sonra da kati bir disiplin ve Said-i Nursi'nin öğretileri ile dış dünyadan tamamen kopuk, Fethullah Hoca’nın görüşleri doğrultusunda bir sisteme dahil ediyorlar, hizmete sokuyorlar... Bu cemaatin kendisiyle misyon edindiği ' i'lâ-yi kelimetullah' yani İslami dünyanın her yanına ve her insanına götürmeye, Allah’ın dini olan İslami ve anayasa hükmünde olan Kur'an-i Kerim hükümlerini hem fen hem de toplumsal yasamda etkin kılmaktır. Diğer adıyla 'Kur'an hizmeti'… Tedbir ise, Kur'an hizmetini yaparken bu hizmete hiç kimse tarafından zarar verilmesin, bu iş yarım kalmasın diye alınan birtakım önlemlerdir. Bu önlemlere, diğer adıyla takiyye ya da te’vil yoluna gitme de denir. Örneklemek gerekirse, çok ilimli ve yumuşak gözükmek, kod isimleri kullanmak, yeni öğrencilerden uzun bir süre asıl kimliklerini saklamak gibi... Kendine, 'Hakkı tutup kaldırma' ya da 'İslami yeniden her şeyi ile hem bireyin hem de toplumun tüm yaşamına etkin ve egemen kılma' diye tanımlayabileceğimiz bir misyon yükleyen bu cemaat, kod isim kullanmayı 'tedbir' açısından zorunlu görmektedir. Nihai hedefe ulaşana kadar, her yöntem ve yol mubahtır. Bunun içine yalan söylemek de, insanları aldatmak da girer. Yeter ki, 'hizmet' kesintiye uğramasın. Hizmet denilen çalışmanın en büyük özelliği, sessiz ve derinden olmasıdır. Bu gizlilik de güçlü oluncaya kadar devam edecektir. Gülen'in deyişiyle, bunun ölçüsü, 'Gelinen hiçbir noktadan, hiçbir güç tarafından geri adım attırılmayacak kadar güçlü olmaktır'. Cemaatin temel felsefesi budur...
Ağabeyler, kapmak için öğrencinin evine tanışma yemeğine gittiklerinde, şayet evin reisi içki içiyorsa, Ağabey de ona eşlik ediyordu. Bir defasında arkadaşımın evine gitmiştik. Yemekte içki vardı; ağabey, arkadaşımın babasına katılmak için orada içki de içti. Gözlerime inanamadım. Daha sonra, sorduğumda, 'hizmet için' dediğini hatırlıyorum. Dışarıda entelektüel görünmeye çalışılır, pantolon giyilir, kravat takılırdı. Evlerde ise şalvar giyer, sarık takarlardı. Yani dışarıda tedbir uygulanırdı... (Görüştüğümüz eski bir cemaat mensubu böyle bir olaya rastlanmadığını, dışarda modern içeride şalvar giyinmenin çok lokal bir davranış olması gerektiğini belirtti). Cemaat medyayı iyi kullanıyor Fethullah Gülen cemaatinin çok uzun yıllar kapalı ve sessiz kalıp, sonra birdenbire kamuoyunun gündemine girmesi, kuşkusuz, çok ince bir politikanın sonucudur. Fethullah Gülen, 30 yıla yakın bir zamandır bu cemaati oluşturmuş. Hiçbir gazeteci, ciddi biçimde, bu cemaatin yetiştirdiği gençlerin dünyasına girmeyi düşünmemiş. Çok sağlıklı bir araştırma, bazı şeylerin Türkiye'de ne kadar ters gittiğini ortaya çıkarabilirdi. 206 kitle örgütünü çatısı altında toplayan Sivil Toplum Kuruluşları Birliği (STKB), anılan öğrencilerin tanıtımına öncülük edince, cemaat yayın organı konumundaki Zaman gazetesi, Gülen ve Okulların savunmasını üstlenerek; STKB'yi ''illegal örgüt yuvası'' ve ''Atatürkçü Düşünce Derneği''ni de ''Atatürk ismini izinsiz kullanıyor'' diyerek suçladı. Gazete haberinin ekseni, anılan kuruluşlardaki kimi sosyalistlerin, geçmişteki siyasi/örgütsel faaliyetleriydi. Zaman, yine eski paslı silaha, klasik-anti komünist propaganda yoluna sarıldı. Gülen'in avukatları da, öğrenciler ve arkasındakiler hakkında dava açacaklarını açıkladılar. (bkz; Zaman, 17 Şubat 1998) Fakat Zaman gazetesi, kanunen yasak olan ''Atatürk'' adının alınmasıyla, bir sıfatı ifade eden ''Atatürkçü'' sözcüğünü bilerek birbirine karıştırıp, sanki ''Atatürkçü'' sıfatının da bir kişiye, derneğe, kuruluşa verilmesinin yasadışı olacağı yolunda izlenim bıraktı. Açık bir demagoji kokuyordu söz konusu haber. Bu arada, genelde dinci vakıfları barındıran Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı Başkanı Ahmet Şişman da, ''kimliği belirsiz iki öğrenciye isnat edilerek Fethullah Gülen'in karalanması''nı kınadı. Gülen'den ''Özür dilenmesi''ni istedi. (Zaman, 14 Şubat 1998) İslami eğilimli avukatlardan oluşan Hukukçular Derneği Başkanı Av. Necati Ceylan, ''bu açıklamayla hukukun çiğnendiğini'' belirterek, ''bu açıkça yargısız infazdır'' yolunda görüş belirtti. Ancak, STKB gerilemedi; daha önce basın önüne çıkmayan ve adlarını gizleyen iki öğrenciyi kamuoyuna tanıttı. ''Hoca’nın Görünmeyen Yüzü- Okulları'' adıyla, iki öğrencinin anlatım ve iddialarını içeren kitabı basına dağıttı. Başta Zaman gazetesi olmak üzere Fethullah Gülen'e yakın duran çevre ise, öğrenci ''yakınlarının ifadelerine'' dayanarak, ''anılan iki kişinin STKB tarafından aldatıldığını; kendilerine burs verildiğini ve milyarlarca lira takdim edildiğini'' söylediler. Zaman, daha bir gayretli davranarak, STKB'nin toplantısına katılan Türk-Is 1. Bölge Temsilcisi Faruk Büyükkucak'la görüşerek, ''bu zatin, STKB tarafından başka bir gerekçeyle toplantıya davet edildiğini: oysa, basın toplantısının Fethullah Gülen aleyhinde olduğunu öğrenince, oyuna getirilmiş olduğunu ve toplantıyla bir provokasyon tezgâhlandığını'' (13 Şubat 1998) yazdı. Aydınlık dergisine yaptığı açıklamaya göre, Büyükkucak şöyle dedi: ''STKB toplantısına bilerek ve isteyerek katıldım. Oyuna falan da getirilmedim. Zaman gazetesi çarpıtıyor. Tekzip için arıyorum, ama karşıma çıkmıyorlar.'' (bkz; 15 Şubat 1998) Akşam'dan Nazlı Ilıcak, ''Ser cephesi hala görevde'' baslığı ile şu satırları kaleme aldı: ''Refah Partisi'nden sonra, sıra galiba Fethullah Gülen Hocaefendi aleyhine bir kampanya başlatmaya geldi. Bazı gazete ve dergilerde haberler yayınlanıyor, düzemce şahitler bulunup toplantılar düzenleniyor. Gene birileri düğmeye bastı... Birtakım sivil toplum kuruluşları cemaatin Okullarında okuyan iki eski talebeyi bulmuşlar. Okullarda, on binlerce öğrenci okuyor. İki tane sütü bozuğu, isimlerini gizli tutmak kaydıyla konuşturuyorlar... Malum cevreler, Refah’ı paçasından tutup alaşağı ederken, medya ve muhalefetten destek bulmuşlardı. Bugün, şartlar daha farklı gözüküyor. Gülen Hoca’nın basının, toplumun, siyasi kadroların içinde çok sayıda destekçisi var...'' (13 Şubat 1998) STKB, basına yaptıkları ikinci bir açıklamada, ''STKB'de yer alan tüm örgütler yasaldır'' dedikten sonra, ''Şeriat devleti getirmek isteyenler, hangi kademelere gelmiş, hangi görev ve yetkileri ele geçirmiş olursa olsun, demokratik, laik, sosyal hukuk devlet ilkelerine gerçek anlamları ile sahip çıkan bizleri bilinçli ve kararlı şekilde karşılarında bulacaklardır'' yolunda görüş belirtti. (Cumhuriyet, 14 Şubat 1998) Ardından ''Fethullah’ın parlatılan yıldızını söndüreceğiz'' sözlerini söyledi. (Aydınlık, 15 Şubat 1998). Olayın hikayesi böyle. * Medya ile çalışan Strateji Grubu Özellikle medya, Gülen cemaatine çok olumlu yaklaşıyor. Doğrusu cemaat, medyayı çok iyi kullanıyor. Başlangıçta, televizyonlarda ya da basındaki söyleşiler, özel olarak seçilmiş kişiler tarafından yaptırıldı. Bunlar anlaşmalı röportaj ve yazılardı. Bunlar nasıl yapılıyor? Bilinen şeyler bunlar... Çeşitli yöntemler var... Basında maddi ya da manevi çıkar temin etme geliyor. Cemaat, Fethullah Gülen'in temas edeceği, söyleşi veya TV programı yapacağı kişilerle ilgili olarak çok ayrıntılı bilgi toplar. Onları değerlendirerek, uygulanacak stratejiyi saptar. Zaten, kendilerine uygun önerileri kabul ederler. Medya ilişkileri ile çalışan, çok geniş bir strateji grubu vardır. Bunlar, yazılı ve görsel basınla iletişim kurmanın yanı sıra, içlerinden bazılarını sürekli beslerler. F. Gülen cemaatinin çok uzun yıllar kapalı ve sessiz kalıp, sonra birdenbire kamuoyunun gündemine girmesi, kuşkusuz, çok ince bir politikanın sonucudur. F. Gülen, 30 yıla yakın bir zamandır bu cemaati oluşturmuş. Hiçbir gazeteci, ciddi biçimde, bu cemaatin yetiştirdiği gençlerin dünyasına girmeyi düşünmemiş. Çok sağlıklı bir araştırma, bazı şeylerin Türkiye'de ne kadar ters gittiğini ortaya çıkarabilirdi. ''Nabza göre şerbet vermek...'' Son günlerde cemaatle ve hoca ile ilgili haber söyleşiler çok arttı. Bizlere, zaten, 1998 yılı başı itibarıyla cemaatin çok önemli hale geleceği söylenmişti. Öyle de oluyor. Hele cemaatin ödüllerini alana ünlü kişiler... Bugün yükselen radikal İslam’a karşı Gülen'i umut ışığı görenler, kısa zaman sonra ne denli yanıldıklarını anlayacaklardır... İstanbul Gazi Mahallesi'nde meydana gelen olaylar sırasında incinmiş olan Alevilerin, bir anlamda desteğini almak için, 'Ben de Aleviyim' diyor F. Gülen. Bunu ağabeylere sorduğumuzda, 'Hocaefendi, bu sözleriyle ne demek istedi?' dediğimizde, bize söylenen şuydu: 'O Kızılbaşlara ulaşabilmenin, hareketimize engel olmalarını önlemenin yolu, biraz gururlarını okşamaktan geçer. Nabza göre şerbet vermek gerekir. Hocaefendi, bunu yapmıştır.' Cemaat, Sünnilik dışında bütün mezhepleri kesinlikle reddeder ve dışlar. Doğu'dan gelmiş Safi mezhebindeki bazı arkadaşlar, zorla Hanefi yapıldılar... Takiyye, cemaatin temel felsefesidir. Kullanılan kod isimler, uzatılmış saçlar, uzun favoriler, modern görünüşler, gerektiğinde kızların başlarını açmaya zorlanmaları, hep hedefe varmak için kullanılan göstermelik hareket ve aldatmacalardır... Oysa, hizmette, sürekli olarak, yıllarca beyinlerimize 'cemaat dışında dost olmayacağı, cemaat dışındaki bütün insanların çok kötü insanlar oldukları' aşılandı. Burç FM, STV, Sızıntı, Aksiyon vs.den oluşan bu cemaatin medyası, propagandalarını yapmak ve kendilerini tanıtmak açısından çok önemlidir. Yayınlarda tarihi ve güncel olaylar çok değişik açıdan yorumlanarak verilmek istenen mesajlar topluma ulaştırılır. Ama, bilir misiniz ki, bu yayınlar biz cemaat öğrencilerine yasaktır. Bizler STV, Burç FM'i izleyemeyiz. O yayınlardaki çağdaş bir konuşma, konuklarla sohbetler ya da müzik programları bizim kafamızı karıştırabilir diye... Çünkü yayınlar, cemaatin kamuoyuna yansıyan yüzü için özel olarak seçilmiş programlardan oluşur. (Cemaatte 'kadın sesi kesinlikle haramdır' fikri, ilk öğretilenlerin başında gelir. Oysa, STV'de Eser - Engin Noyan çifti birlikte program yapmaktalar. Hizmet evlerinde aynen STV gibi Burç FM'i de dinleyemeyiz. Ağabeylere sorduğumuzda, 'bu yayınların ehli dünya için olduğunu, topluma hoş görünmek, taraftar bulmak, kabul görmek için özel olarak hazırlandığını, bizler için hayırlı olmayacağını' söylerler).
Öte yandan, zar zor geçinirken, bizleri mecburen Zaman ve Sızıntı gibi cemaatin yayınlarına abone yaparlardı. Yurt ve evlerde kalan herkesin bir görevi vardı; Zaman gazetesi, Sızıntı dergisi sorumluları gibi. Onlara kazandırdıkları her abone için, 'ahirette sana su kadar Huri verilecek ve sevap yazılacak' diyerek çalışmaları, gazete ve dergilerin tirajlarının arttırılması sağlanırdı. Işık Evleri Gülen'in deyimiyle, (öğrencilerin/ağabey adı verilenlerin kaldığı-F.B.) 'Işık Evleri' cemaatin inanmış ya da ticari imkanlar sağlanmış esnaf ve iş adamları tarafından finanse edilir. Cemaat için ağı genişletmenin yolu, yeni mali kaynak ve insan gücü bulmaktadır. Cemaatin birlik bütünlük içinde bir arada bulunup, amaçlarını gerçekleştirmesi için, yeni gelenlere manevi ve mukaddes değerlerin önemi benimsetilir. Ahiret hayatlarında elde edecekleri kazanımlar, sevaplar anlatılır. Önceleri Anadolu'daki esnaflarla başlayan, sonra büyük kentlere ve iş dünyasına ulaşan bu maddi yardımların birer Allah ve Peygamber hizmeti olduğu kabul edildiği için, cemaat bu konuda pek zorluk çekmez. (Bu yardımsever kişilerin) cemaatin, öğrencileri Ümmet rüyaları ile eğittiklerini bilmedikleri muhakkak. 'Hayırlı bir is' diyerek buna sarılıyorlar. Böylece, Türkiye'nin dört bir tarafında, ilçelere kadar uzanmış bu evlerde, okullardaki başarılı, zeki çocuklarla bağlantı kurulur. Genellikle okul birincileri seçilir. Bu nedenle, 'Işık Evleri', cemaate adam kazandırmanın en etkili yöntemidir. O evlerde görülen yakınlık, karşılık beklemeden yapılan yardımlar Çocuk dünyamızda bizlere, o güne değin hiç sahip olmadığımız duyguları, heyecanları yaşatır. Ancak cemaate girdikten ve cemaatin bir küçük üyesi olduktan sonra müthiş bir değişim baslar. Bir askeri disiplinle, öylesine katı kurallarla yaşamaya başlanır ki, dayanmak çok güçtür. ... Yurt belletmeni, beni, sabah namazına kaldırdı. Üstüm açık olduğu için çok üşürdüm. Bir de sabahları buz gibi suyla abdest alırdık. Bir keresinde abdest almak istemedim. Belletmen, zorla beni suyun altına soktu. Ondan sonra hasta, sinüzit oldum... ... Yatsı namazı ve tesbihattan sonra, ev imamının sohbeti vardır. Sonra Nur Risaleleri ve F. Gülen'in kitapları okunur, kasetleri izlenir. Haftada en az (biz öğrenciler için özel olarak hazırlanmış) 3 kaset video izlenir. İslamin nasıl yeniden yönetime hâkim olacağı, özlenen şer-i düzenin topluma faydaları ve benzeri hedefler tekrarlanır. Ya da Hoca’nın yeni çıkan bir kitabı sayfa sayfa okunur. Ev imamı tarafından yorumlanır. Hepsinden sınav yapılır. Mecburi yarışmalar düzenlenir ve kazananlara, yine Hoca’nın başka bir kitabı verilir. Evler çok güzel döşenmiş, her türlü imkân olan evlerdir. Ev imamı, öğrencilerle sürekli toplantı halindedir. Dikkati çekmemek için, toplantılar herkesin uykuda olduğu zamanlarda yapılır. Sıkı istişare içindedirler. Eve gelen öğrenciler kıvama gelmişse, onların planlaması yapılır. Zaman gazetesinin promosyonu için çalışılır. Her evin imamı, abone bulmak konusunda yarış içindedir. ''Kutsal cemaatten olmak...'' Bir kere, beyinlerimize şu ana fikir sanki kazınmıştır: 'Bu cemaatten olmak çok büyük bir nasiptir. Yani öyle bir kısmettir ki, herkese nasip olmaz. Allah’ın ancak çok şanslı ve seçilmiş kulları, bu cemaatin bireyleri olabilir. Bu kutsal cemaatin manevi bir misyonu var'.. Ayrıca, sürekli olarak cemaatin çok büyüdüğü ve hayatta ne olmak istersek -kaymakam, vali, polis, öğretmen- olabileceğimizi ya da nerede ve nasıl bir iş kurmak istiyorsak, cemaatin hemen yardım edeceğini söylüyorlardı. Cemaatin sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada yayıldığını ve çok güçlü olduğunu söylüyorlardı. Eğer cemaate karşı olumsuz bir davranışınız olursa, hizmeti sekteye uğratacak bir şey yaparsanız, en başta 'şefkat tokadı' yersiniz. Allah'ın kapısına sırtını dönmeniz ve Allah'ın da size sırtını dönmesi... Peygambere karşı gelmeniz... bunun sonuçları ne olabilir? Bu tür öyle korkutucu şeyler anlatılır ki, inancı olan bir insan için bunlara tahammül edilemez... Eğer cemaate karşı çok büyük bir şey yaparsanız, hizmette küçücük bir hata yapmış olursanız, Allah başınıza öyle husumetler getirir ki, ne dünyada ne de ahirette belinizi bir daha doğrultamazsınız. Şefkat tokadını muhakkak yersiniz... Cemaat, çok net söylemek gerekirse, ana hatlarıyla: a) Işık Evleri ve yurtlarda yetiştirilen, Gülen'in deyişiyle, 'Işık Süvarileri'yle yeni bir toplum yaratmak... Altın Nesil denen, bu yetiştirilen gençlik, cemaatin ana hedefleri çerçevesinde yeni bir toplum yaratacaktır. b) Yaratılan yeni toplumda İslami düzen hâkim olacaktır. Bu da laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ni sona erdirip, yerine Şer’i kanunların geçerli olacağı, İslami devleti kurmakla gerçekleşecektir. ... Yetiştirilip, kendilerini Altın Nesil denilen yeni nesil, Atatürk'e, devrimlerine ve onun eseri olan Cumhuriyet'e düşmandır. Onunla hesaplaşmak üzere yurt, kolej ve Işık Evleri'nde eğitilmişlerdir. Şer’i düzeni arzulayan tek tip insanlardan oluşan yığınları oluşturur... Yani bir kul oluyoruz. Artık hangi yöne sürüklenirsek, nereye götürülürsek oraya gidiyoruz. Sormayan, sorgulamayan, kendine söylenen her şeye rıza gösteren, itaat eden kişi oluyoruz. Ağabeyler ne derse, itirazsız kabul edeceksin... Orduya yönelik siyaset Gülen ve cemaati; planlı sürdürdükleri çalışmalarının önünde engel olarak hep orduyu görmüşlerdir. (Orduyu) ele geçirme hep başarısızlıkla sonuçlanınca, Gülen, şu anda orduya yönelik şu politikayı izlemektedir: 1) Orduya hoş görünme (bu arada hizmet çalışmalarını yine sessiz ve derinden devam ettirme) 2) Askeriyeye karşı bazı politikacılardan alınmış tavizlerle polisi güçlendirme (Asker-polis denkliğini oluşturmaya çalışma) … Ordunun istediği zaman ihtilal yapabilme ihtimalini önlemenin yolu ya da orduyu ele geçirmek ya da böyle bir güç dengesi oluşturmakla sağlanabilir (polis kolejlerine girmek, öğretim üyelerini özel olarak seçtirmek ve cemaate bağlı polisleri daha öğrencilik yıllarında etkilemek, hizmete sokmak) ... Nitekim basına yansıyan pek çok olay, cemaatin polis camiasında oldukça etkin olduğunu göstermiştir. Katı hizmet anlayışı içinde yetiştirilen bu polisiye kuvvet, gerektiğinde silahlı bir güç olarak ordunun karşısında yer alabilir diye düşünülmüştür. Gülen, ordu konusunda o kadar hassastır ki, askerin almış olduğu her olumsuz karar, onu hasta eder, yataklara düşürür... İdari ve siyası kadrolardaki müritleri, ona tehlikeli durumları (darbe vs.-FB) ihtimalleri çok kısa zamanda ulaştırıyorlar kuşkusuz... ... Hizmet, askeriyeye çok büyük önem vermektedir. Şu anda Hizmet'in hedefi askeriyedir. Bu kurumu da ele geçirirlerse, Türkiye çok büyük bir kaosun içine sürüklenecektir. Hizmet devamlı olarak, uygun kişiliğe, asker kişiliğine sahip sır vermeyen elemanları seçer ve eliyle askeriyenin içine koyar. Bunlardan biri de bendim. Ancak birkaç arkadaşımız, daha sonra askeri okullarda fark edilerek okuldan uzaklaştırıldılar. Bizleri, askeri okullarda kendimizi belli etmememiz için özel olarak eğitirlerdi. Mesela, gözlerimizle namaz kılardık... Kamp... Hürriyet gazetesi, Tempo dergisinin kapak yaptığı “Silahlı Kuran Kursu” haberine “İşte Sarıklı Kamp” başlığıyla tam sayfa ayırmış...
***
Başta Kanal-7 olmak üzere şeriatçı televizyonlar, radyolar, gazeteler üç-beş kız militanı öne çıkarıp birkaç avukatı yanlarına alarak ortalığı birbirine katıyorlar... Bu yazı 12.6.1998 tarihinde yayımlanmıştır. (*) (*) https://www.cumhuriyet.com.tr/yazarlar/hikmet-cetinkaya/kamp-961800 ***
Necip Hablemitoğlu, Fethullahçı Örgütlenmeyi Anlatıyor | Tüm Bölüm | 1999 | 32.Gün Arşivi MANİSA SPİL DAĞI'NDA TESPİT EDİLEN TARİKAT KAMPINA BÜLENT ARINÇ'IN MÜDAHALESİ Yazı içinden bir bölüm:
EFSANE ALBAY ERDAL SARIZEYBEK ANLATIYOR ''EMEKLİ OLMAYA MECBUR KALDIM'' PART 1 DEVAMI Yazı içinden bir bölüm, TCK - Md.163 PKK terörünü şıhlarla, şeyhlerle, hocalarla, tarikat liderleriyle çözmeye çalışan ve durmadan teori üreten karayobazlar, kendi kişisel çıkarlarıyla birlikte hedeflerine adım adım ilerliyorlar. Şimdilerde Terörle Mücadele Yasa Tasarısı'nın anayasaya aykırı olduğunu öne sürenler, TCK'nin 163. maddesinin hortlayacağını yazıp çiziyorlar. Üniversiteleri medrese ve tekke yapmak isteyenler, sözde bilim adamlarını da konuşturup kamuoyu oluşturma amacındalar. Yazı içinden bir bölüm: Kurnaz tilki... Tarikatçıları azıttıkça azıtıyorlar. Laik cumhuriyete karşı saldırılarını giderek yoğunlaştırırken PKK terörünün kökünü kazımak bahanesiyle ''tarikatlara'' yol gösteriyorlar. Amaçları PKK terörünü önlemek için çözüm üretmek değil... Nedir amaçları? Laik cumhuriyeti yıkıp yerine dini esaslara dayalı ''şeriat devleti''ni kurmak... *** Şimdi Osman Öcelan'ı dinleyelim. Bakalım ne demiş. Ak Parti Mv. Mahir Ünal - Osman Öcalan - Ak Parti Milletvekili Mehmet Ali Cevheri: Türkiye'deki değişimin kökleri: Yukarıdaki videoda Bülent Arınç'ın Manisa Spil Dağı'ndaki tarikat kampı soruşturmasına müdahalesini o dönem Manisa İl Jandarma Alay Komutanı olan J.Alb. Erdal Sarızeybek'ten dinledik. Hikmet Çetinkaya'nın yazı dizisi içinden bir bölüm okuyalım: Manisa'nın Spil Dağı'nda, Fethiye'de, Avşa'da, Bolu'da kurulan ''tarikat kampları''nı kimler yönetiyor, parasal kaynakları nereden geliyor, bir araştıralım...
İyi olur değil mi? 7.8.1993 - Cumhuriyet **Bülent Arınç'tan 15 Temmuz darbe açıklaması: Ben de o gece öğrendim; bana ahmak diyebilirsiniz! Ne kadar da ahmak bir insanmışsın,herkes söylüyordu,herkes bunu söylüyordu,sen itiraz ediyordun... Yazı içinden bir bölüm: Bir başka öğretmenin anısı da şöyle: ''Köyün gençlerinden birisi bana, Hoca Efendi biz bir gün şehre ineceğiz. İnişimiz cuma günü olacak ve her yeri altüst edeceğiz, dedi. Biraz sıkıştırdım genci. Meğer Süleymancılar kandırmış. Süleymancıların tek amacı bir gün topluca eyleme geçmek.'' Vatandaşları '092635' plakalı tankla ezdiler - 15 TEMMUZ 2016 - CUMA Tankların Ezdiği Araçlar - 15 Temmuz Darbe Girişimi - TRT Avaz Atv Siyaset Meydanı Ali Kırca - Siyasetle tarikat ilişkisi - 1994 Yılı 1963 Yılında İskenderun'da Tarikat Kampı |
5118 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |